İçeriğe geç

Irk-Etnisite-Türklük-Ulus Kavramları Üzerine

Irk, Etnisite, Türklük ve Ulus Kavramlarına Bilimsel Yaklaşım
Biyoloji bilimi, sınıflandırmaları yalnızca tür düzeyinde yapar. Çünkü sınıflandırmada gerçek olan tek kavram canlının türüdür bu sebeple de dikkate alınan tek şey o canlıyı diğer canlı türlerinden (hayvanlardan ve bitkilerden) ayıran özellikleridir. Bu nedenle alt tür kavramı, nesnel ölçütleri bulunmadığı için bilimsel açıdan bir şey ifade etmez.
Son otuz- kırk yıl içinde, bilim insanları iki büyük gerçeği ortaya çıkardılar. Birincisi, tüm insanların birbiriyle akraba olduğu, yani ırk kavramının kimse için teknik olarak geçerli olamayacağı, ikincisi de tüm insanların kendi içlerinde bir takım farklılıklar gösterse de birbirine çok benzeyen genetik yapılarının olduğu ve bahsi geçen yapısal farklılıkların fiziksel farklılıklardan başka bir şey olamayacağını dünyaya kanıtladılar.
İnsanoğlu varoluşunun başından beri bir sınıflandırma güdüsü taşımıştır. Yiyecekleri, hayvanları, aletleri, bitkileri, yeryüzü şekillerini, yıldızları sınıflandırmıştır. İnsan önceleri bu sınıflandırmayı temelde iyi-kötü, yenilebilir-yenemez, tehlikeli- tehlikesiz gibi hayatta kalmak adına önem taşıyan konular hakkında yapmıştır. Bu sınıflandırma güdüsü işe yaramış, insanoğlu yeryüzünün en başarılı canlısı olarak evrimsel süreçte konumlandırılmıştır.
İnsan, doğal olarak kendini de sınıflandırmıştır. Saç rengine, göz rengine, ten rengine, nasıl hareket ettiğine göre güdüsel bir sınıflandırma yapmıştır. Bu sınıflandırmalar çok önemli bir gelişme göstermiş ve maalesef hastalıklı fikirlerin de temelini oluşturmuştur.
Antropoloji bilimi, insanların fenotipik özelliklerini baz alarak belli bir dizi farklı fiziksel ve genetik özellik taşıyan grupları ırk adı altında sınıflamaya çalışmıştır. Ancak sömürgeciliğin ortaya çıktığı 17. Yüzyıl sonlarından itibaren ve özellikle Batı Afrika’nın Avrupalı ülkeler tarafından istila edilmeye başlamasıyla birlikte ırkçılık fikri hızla yaygınlaşmış, bu sınıflandırma yöntemi bazı toplumların üzerinde hegemonya kurmanın bir gerekçesi olarak sunulmak üzere kullanılmıştır. Bir başka deyişle, kültürel miraslar her zaman genetik miraslardan çok daha hızlı evrildiği için “ırk” kavramı ifade ettiğinden başka utanç verici bir anlama bürünmüştür.
İnsana dair yapılan sınıflandırmalar, M.Ö.14.yüzyılda Mısır’da başladı. İnsanlık tarihi boyunca da devam etti.
İlk modern ırk sınıflandırmasının doğuşu İsveçli botanikçi Carl Linnaeus’le başlar.  Carl Linnaeus, “Systema Natürea” adlı eserinde insana ait ilk taksonomik sınıflandırmayı ve isimlendirmeyi yapmıştır. Buna göre insan 4 ırka bölünmüştür:
1-Homo Sapiens Africanus Negrus (Afrikalı Siyah)
2-Homo Sapiens Americanus Rubesces (Amerikalı Kızıl)
3-Homo Sapiens Asiaticus Fuscusens (Asyalı Sarı)
4-Homo Sapiens Europeaus Albescens (Avrupalı Beyaz)
Biyoloji dahilinde ırklar, bir takım izolasyon mekanizmaları ile tanınırlar. Bir tür içerisindeki farklı popülasyonların ırk olarak tanımlanabilmesi için, o popülasyonların birbirleriyle hiçbir irtibatının bulunmaması veya bulunamaması gerekmektedir. Türümüz dahilinde, bazı ufak tefek kabileler haricinde, birbiri arasında gen akışı sağlayamayacak hiçbir toplum yoktur. Yani kültürel evrim sayesinde elde ettiğimiz araçlar ve teknoloji, ırkları tamamen ortadan kaldırmıştır. Söz konusu ufak tefek kabileler bir ihtimal biyolojik ırk olarak sayılsalar da, bunların sayısının yok denecek kadar az olması, genellemeyi haksız çıkarmamaktadır.
Günümüzde de DNA polimorfizmleri gibi genetik belirteçler kullanılarak popülasyonlar arası genetik çeşitlilik, göç hareketleri ve Atasal köken tahmini yapılabilmektedir. Öyle ki binlerce hatta on binlerce yıl önce yaşamış olan ataları tespit etmek, izlemek mümkündür.
Aynı mutasyon dizisini barındıran bireylerin oluşturduğu gruba hablogrup denir. İlk başta popülasyon genetikçileri hablogrupları A’dan T’ye harflerle isimlendirmişlerdir. A grubu Afrikalıları temsil eder. Sonrasında alt soyları ifade etmek için A1b, R1b gibi alt isimlendirmeler kullanılmıştır.
Irk Nedir?
Irk kavramı bir grup insanın belli bir soydan gelmesine dayanır. Bunun günümüzdeki gözlenebilir bilimsel dayanağı Haplogruplardır.
Peki, Haplogrup nedir?
İki türdür. Biri y DNA, diğeri mitokondriyal DNA’dır.
Bu DNA’lar, moleküler evrimin içerisindeki moleküllerdir. Yaklaşık 150.000 yıldan beri modern insan dünyanın farklı bölgelerine göçerek yeryüzünün hâkimi olmuştur. Bu göçler sonrası ortak atadan gelip küçük mutasyonlar geçiren oğulların sahip olduğu benzer hablotiplerin gösterildiği gruplara “Haplogrup” denir. Hablogrup bilimi, “y kromozom haplogrup” ve “mitokondriyal haplogrup” olmak üzere iki bölümde incelenir. DNA’mızdaki y kromozomu oğul dölü sadece babadan gelir. Anadan gelen mitokondrilerin de DNA’ya sahip olduğu bilinmektedir.
(G, I, J1, J2, L, N, O, Q, R1a, R1b) işaretleri farklı haplogrupları temsil eder.
Türkiye
% 22 J2               beyaz Akdeniz.
% 24 R1B           kadim Orta Asya. Kafkas.
% 10 G                Kafkas.
% 10 R1A           kadim Orta Asya.
% 10 Q, N1         Sibirya.
Azerbaycan
% 27 J2.             beyaz Akdeniz.
% 22 R1B.          kadim Orta Asya. Kafkas.
% 18 G.               Kafkas.
% 12 Q, NL        Sibirya.
Yukarıdaki tabloya dikkat edilirse Türkiye ve Azerbaycan DNA’ları arasında büyük bir benzerlik görülür. Halkın büyük bir kısmı Orta Asya, Sibirya, Kafkas ırkı olarak görülmektedir. Sadece % 22-27’lik kısmın Beyaz Akdeniz ırkı olarak görüldüğü anlaşılmaktadır.  
Bu bilgiyle beraber şu söylenebilir: y kromozom hablogrup sadece babanın haplogrubunu, mitokondriyal haplogrup ise sadece annenin haplogrubunu gösterir. Haplogrup şunu açıklar; Biyoloji bilimi, kişilerin kesin olarak nerenin ve hangi yörenin insanı olduğunu ve hangi göçler sonrası orada olduğunu gösterir.
Kısaca insanlar biyolojik olarak bir aile görüldüğünde; bu aile ağacının kökü Afrikalı Adem baba ise, dalları haplogruplardır ve yaprakları haplotiplerdir.
Peki Türk Kimdir?
Türk, bir haplogrup değildir. Bir etnisitedir. Başka halklarla da paylaşılan bazı haplogrupların birleşimiyle oluşan bir etnisitenin adıdır.
Etnisiteler, başka etnisitelerden oluşabilen ve başka etnisitelerde toplanabilen bazen de birbirlerine dönüşebilen, asimile olabilen ve diğer grupları asimile edebilen kültürel gruplardır. Hiçbir etnisite tam bir genetik sürekliliğe sahip değildir. Genetik sürekliliği olan çizgi haplogruptur.
Etnisiteler genellikle bir dille tanımlanır. Dil, kültürün en belirgin unsurlarından biri olduğu için böyledir. Etnisitenin büyük bölümü genellikle belli bir tek dili konuşur ve bazen bu dili bizzat söz konusu etnik grup geliştirmiştir. Nitekim Türk etnisitesinin dili olan Türkçe, çeşitli lehçeleriyle milyonlarca kişinin konuştuğu bir dil haline gelmiştir. Dünyadaki en köklü etnisitelerden birisidir. Onbeş bin yıllık kültürel geçmişiyle coşkun bir ırmak gibi çevresini de etkileyerek tarihi süreç içinde akmaktadır. 
Bilimsel çerçeveyi referans alırsak şunu da belirtmek gerekir ki genetik ırkçılık, matematiksel olarak sıfıra eşittir. Zira tüm Irklar, geriye doğru takip edildiğinde tek bir ana Irka yani A haplogrubuna ulaşacaktır. Genetik faktörün referans alınabileceği tek nokta, bir etnik unsurun bir toplum içerisinde ne kadar uzun süre var olduğu ve buna bağlı olarak o toplum içerisindeki aidiyet ruhunun ne denli olgunlaştığıdır. Türkiye’nin demografik yapısı içerisine dâhil olan en yeni etnik unsur bile en az 8 asır önce gen havuzuna ve toplum-kültür potası içerisine dâhil olmuştur. Bu süre, etnisitenin toplumsal çerçevedeki önemini ortadan kaldırmak için fazlasıyla yeterlidir.
Etnisite, tarihte çoğu kez belli bir bölgede diğer insan gruplarından izole biçimde belli bir süre geçirmiş veya uzun ve kalabalık bir göçle birlikte hareket etmiş ve böylelikle ortak iletişim koduna ihtiyaç duymuş, ortak bir kültüre ve dile sahip olmuş büyük topluluklardır. Sonradan başka bölgelere yerleştiklerinde kültürleri birbirilerinden farklılaşsa da, eğer bütünüyle asimile olmamışlarsa, eski çağdan kalma bir dizi kültürel ve dilsel ortak unsuru devam ettireceklerdir.
Tarihi Süreçte Bu Kavramlar Ne İfade Eder?
Etnik gruplar, uzun çağlar boyunca, politik bir birliktelik ihtiyacı göstermeden yaşamışlardır. Erken sanayileşme ve modern çağa kadar, devlet bir yöneticiye veya yönetici sınıfa aittir ve yönetilen halklar genellikle tebaadır. Devletin sahibi değildirler, daha çok devlete aittirler. Dolayısıyla insanlık tarihinin büyük bölümünde, devlet kendisini halkla bütünleştiren bir kültürel kimliğe ihtiyaç duymamıştır. Devlet çoğu kez “kutsal” bir varlık adına yönetmiş, meşruiyetini bu yolla sağlamıştır. Koruduğu hukuk, çoğu kez hukukun birincil kaynağı olan dine dayalıdır.
Bizde reaya dediğimiz geniş halk kitlesi bin yılı aşkın süreyle birbirinden soyutlanmış alt kültürel kimliklere bölünmüş bir yaşam sürdü. Bu süre boyunca türdeş bir eğitim, sadece bürokrasinin ve din adamlarının erişebildiği bir şey olarak kaldı.
Toplumun bu küçük kesimi de kendi kültürünü bir üst kimlik olarak tanımlama gereği duymadı. Dolayısıyla yönetici sınıf kimliği de dâhil, ortaçağın tüm kimlikleri birer alt kimlik idi. Bir tek üst kimlik vardı ki o da dini bir kimlikti ve bir devletin dini ve bürokratik elitini diğerinden ayırmak yerine neredeyse hepsinin üst kimliğini tek bir evrensel kimlikte birleştiriyordu.
Kendini “Türk Devleti” olarak tanımlamasa da Selçuklu Devleti Türk etnisitesine ait bir alt kültüre sahip yönetici grubunca yönetilmekteydi. Ama bürokrasi kültürü bir başka alt kültür tarafından yönetilen bir başka İslam ülkesinden çok da farklı değildi. Tamamen farklı bir etnisite veya alt kültürden gelen önceki Emevi, Abbasi, Samani bürokratları nasıl yetişiyorlarsa, Selçuklu bürokratları da aynı şekilde aynı kültürü alarak, aynı kitapları okuyarak yetişiyordu. Bu durum, İrili ufaklı Emirlik ve nihayet Anadolu Beylikleri ve Osmanlılarda da sürüp gitti.
Ulusçuluk bunun tam tersini talep eden ve modern çağda, tarım toplumunun yavaş yavaş ortadan kalkması ve endüstriyel topluma geçişle ortaya çıkan bir siyasi gelenektir. Bunun temelinde endüstriyel toplumun gerektirdiği kitlesel kimlik yer almaktadır. İlk ve Orta çağlarda, etnisiteler kendi örgütlenmeleri içinde farklı etnisitelerle birleşip bazen de ayrıştıklarında, özellikle akrabalık kalıbını kullandılar.  Bir etnik kimlik altında farklı hablogruplar toplandığında bile bir araya geldiklerinde ortak atadan geldiklerini varsayıyorlardı ve esasen belli bir alt kimlik bunu gerektiğinde bir iktidar aracı olarak da kullanıyorlardı. Osmanlıların kendilerini Oğuz Han’ın ardılları saymaları gibi.
Bizde Türklük, böylece bir etnisitenin farklılaşmış ve bir çok diğer etnisiteyle karışmış bir sürü alt kültürün adı olmaktan çıktı, Türkçe’nin tek bir ortak lehçesi, ağzı, kısacası; okul Türkçesi bir üst kültür ve giderek de vatandaşlık kavramına dönüşecek olan bir üst kimlik haline geldi. Bu üst kültür, geri dönüp kendi tarihini özel bir alan olarak belirledi ve yazdı. Bugün varsaydığımız bağlantılar, akrabalık olarak gördüğümüz ilişkiler, ortak tarih ve ortak köken anlayışı, kimi kez doğru, kimi kez yanlış, bazen de olanı yorumlayarak ortaya çıktı.
Tarihte 40.000 yıllık bir Türklük aranırsa, bilimsel düzeyde bulanabilecek tek şey, yukarıdaki hablogrupların tahmini mutasyon tarihlerine bakılırsa, Afrika’dan yola çıkan zenci atalarımız olacaktır. Muhtemelen Türkçeye benzer bir dil bile konuşmuyorlardı ve doğal olarak torunlarının bir gün kendilerine Türk diyeceklerinin farkında bile değillerdi. Ancak Orta Asya’ya geldiklerinde hablogrupların  birleşimiyle Türk etnisitesine dönüştüler. Ortak dilleri olan Türkçe, önemli genişlikte bir bölgeye yayıldı. Buralarda çeşitli beylik ve devlet yapılanmaları içine girdiler.   
Etnisitelerde de Görüş Ayrılıkları Oldu
Siyasi tarihimizde 16.Yüzyıl’dan kalma Osmanlı merkezli Sünni Türk milliyetçiliği ile Seküler Türk ulusçuluğu çekişmesi görülür. Seküler Türk ulusçuluğunu savunanlar Osmanlı merkez yönetimine muhalif Alevi Türkmenler ile daha sonra ortaya çıkan Seküler Türk ulusçularından oluşuyordu. Bugün de aynı çekişme devam etmektedir. Kuşkusuz seküler milliyetçilik, kendini böyle tanımlamaktadır. Açık bir şekilde de kendisinden daha eski olan geleneksel milliyetçilikten daha köklü ve daha eski olduğunu ilan edebilmek için, İslam öncesi Türk varlığına dayanan ve etnik kültürü işaret eden bir tarihçiliği benimsemektedir.
İlk ayrışma Yavuz döneminde, Safevilerin, simetrik bir tutumla, Şii olduklarını belirtmeleri ve bununla ortaya koydukları mezhebi türdeşlik talebi üzerine ve buna tepki olarak düpedüz devletin plan ve programla dayattığı Sünni İslam’dı.
 Seküler ulusçuluğun temel açmazı ise, sonradan batılılaşma ile birlikte seküler bir ulusçuluğu benimseyen yönetici sınıfın bizatihi kendisiydi. Yönetici elitler nihayet kendilerinin Türk olduğunu ilan ettiklerinde Türklüğün var olan başka alt kültürleri Türkmenlik, Yörüklük, veya Orta Asya’nın Türki kültürel kimlikleri dâhil henüz bir milliyetçilik geliştirmiş değillerdi.
Osmanlı bürokrasisi, modern seküler Türk ulusal kimliğinin ilk kez geliştiği kadrodur.
Ancak, erken dönem Türk milliyetçileri, Osmanlı Hanedanının kendi Türklük iddiası yani İnalcık’ın “Oğuzculuk” diye adlandırıldığı politik tutum ne kadar izin veriyorsa, ancak o kadarıyla böyle bir iddiaya sahiplerdi.
Erken dönem Türkçüler, Göktürklerden ve Orhun Yazıtlarından tam olarak haberdar değillerdi. Çünkü Orhun Yazıtları çok sonra, Cumhuriyetin erken döneminde deşifre edilip tercümesi yapılmıştı. Onların elindeki yegâne kaynak yüzyıllar sonra büyük heyecana yol açacak dramatik bir dizi olay ve tesadüf sonucu sahaflar çarşısında keşfettikleri, çoktan unutulmuş, Kaşgarlı Mahmut ve “Divan-ı Lugat’ul Türk” idi.
Modern Devletin Ortaya Çıkışı          
Modern ulus kavramı, kültür üzerine oturmuştur. Devleti var eden hukuk bizatihi bu türdeşlikten beslenir. Şöyle ki, Ortaçağ Devleti, kendini “kılıç hakkı” dediğimiz kavramla meşrulaştırıyordu. Buna göre kılıçla fetheden ordular ve onun liderleri devletin hak sahibi insanlarıydı ve bu onlara Tanrı’nın bir mükâfatıydı. Kutsallıkları buradan kaynaklanıyordu. kanıtı da kazandıkları zaferlerdi. Fethedilen veya sonradan gelip onların himayesine giren insanlar “devletli” kabul edilmezdi. Onlar devletin sahibi değil, tebaası ve mülküydü. Dolayısıyla, bir devlete sahip olmadıklarından, devleti yönetenler ile aynı kültürel kimliğe sahip olup olmadıkları da ortaçağın büyük bölümü boyunca bir sorun haline gelmedi.
Ekonomik alt yapı da (ortaçağ köyü ve tarım ekonomisi) bu durumu destekliyordu. Dolayısıyla bu dönem boyunca ortada bir kültürel türdeşlik talebi ya hiç yoktur, ya da nadiren ortaya çıksa bile somut, kalıcı, sistematik politik sonuçlar doğurmaz. Hatta kültürel türdeşlik oluşturmaktan kaçınmak için daha fazla neden vardır. Tarım toplumunda okur yazarlık istisnai bir durumdur ve bu okur yazar devletli kültürü üreten kaynaklar sadece devletli sınıfları eğitmek için vardır. Geniş tarım üreticisi kitle kendi köyünde, tarlasında, okur yazarlığa gerek duymadan, tarımsal faaliyeti sürdürmek için gereken eğitimi sözlü gelenek ve iş başı eğitimle kuşaktan kuşağa aktarır.
Endüstriyelleşmenin erken aşamalarından itibaren, bu durum değişmeye başladı. İster doğrudan otantik endüstriyelleşme hareketinde yer alsınlar ister bunun sonuçlarına maruz kalarak dönüşmüş olsunlar, bütün devletler bir noktada kendi tebaasıyla ortak bir kültüre sahip olma ihtiyacı duymaya başladılar. Bütün bir ülkenin, aynı dili, aynı lehçeyle konuşması, ortak kültürel simgelere sahip olabilmesi, sanayi üretimi yapabilecek, hatta sanayi ürünlerini kullanabilecek geniş bir insan kitlesi elde etmek ve bunun devlete aidiyetini sağlamak için gerekliydi. Okullaşma, eğitimin yaygınlaşması gibi politik talepler bu temel ihtiyacın ürünüdür. Böylece, bir çırpıda değil, kuşaklar boyu süren bir süreçte, adım adım verilen haklar ve karşılığında elde edilen aidiyet ile hem devletli sınıflar giderek daha geniş bir desteğe ve rakip devletlere karşı daha büyük bir güce sahip oldular, hem de sıradan devletsiz halk, devlete ortak edilmiş oldu.
Bu nedenle ülkemizde cumhuriyeti kuranlar, devleti kültür üzerine oturtarak kurdular. Yeni kurulan devlette Türk etnisitesi kurucu öge olmakla birlikte Türklük kavramı tarihsel gelişimi ile de uyuşarak kültürel bir ortaklık olarak ele alınmıştır. Yani her vatandaş, devletle ortak olmuştur. Vatandaşın devlete ortak olduğu bu anlayış, “Modern Devlet”in bir sonucudur.  

Kategori:inançMithat Baş tarih araştırmalarıtarihTürk kültürü

2 Yorum

Mithat Baş Tarih Araştırmaları için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et