İçeriğe geç

Türkleşme Sürecinde Mesudiye Yöresinin Önemi

Last updated on 27 Aralık 2022

Türkleşme Sürecinde Mesudiye Yöresinin Önemi

Anadolu’nun Türkleşmesi 11. yy.dan 16.yy’a kadar süren uzun bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Yazılı tarihimiz, bu Türkleşme sürecini, Türkmenlerce kurulan çeşitli beylikler ve devlet yapılanmalarını bizlere olabildiğince anlatmaktadır. Bugüne kadar ders kitaplarından öğrendiğimiz tarih bilgileri, bizlere bulunduğumuz toprakların gerçek tarihini sunabilmiş midir? Burası kuşkuludur. Hatta son yıllarda yapılan bilimsel tarih araştırmaları, öğrendiğimiz tarihin birçok yönden eksik ve hatta yanlışlarla dolu olduğunu göstermektedir. Ancak, yeni araştırmalar, bu yanlışlıkları düzeltip azaltacak önemdedir.
Tarih yazılırken, geçmiş zamanlara ait arkeolojik kalıntılar, varsa yazılı belgeler göz önüne alınarak tespitler yapılmış ve tarihi olaylar bu belgelerin ışığında kaleme alınmıştır. Bu tür tarih yazımı da tam doğru değildir. Ülkelerin tarihlerini günlük gibi kaleme alan yazarlar, sadece o ülkenin yönetim sınıfının istekleri doğrultusunda belgeler bırakmışlardır. Yine de bu belgeler olayları yok saymamış, sadece sübjektif bir bakış açısıyla yansıtmıştır.
Fakat öyle tarihi belgeler vardır ki, bu belgelerde üretilmiş bilgi aktarılmaz. Bunlar ya çeşitli yapılanmaların vergi ve askerlik gibi kayıtlarını belirten tapu defterleri gibi tutanaklar, ya da bürokratik mekanizmaları işleten vesikalardır. Söz konusu tutanaklara en önemli örnek, Osmanlı Tahrir Defterleri’dir. Osmanlı Tahrir Defterleri’nde halkın etnik, sosyal ve ekonomik, coğrafi ve kültürel yaşantıları konusunda son derece önemli ip uçları mevcuttur. Bu defterleri fiziki haritalara benzetmek mümkündür. Fiziki bir haritaya bakan ve biraz harita bilgisi olan bir insan, haritadaki dağlar, ovalar, yaylalar, ekilebilecek arazi yapısı, bitki örtüsü, iklim, yetiştirilecek ürünler ve insan yaşamı hakkında nasıl bilgi sahibi oluyorsa, Osmanlı Tahrir Defterleri’ndeki bilgilerle de, tıpkı fiziki haritaların yorumlanması gibi mükemmel bilgiler elde etmek mümkündür. Hele bu bilgiler, halkın sözlü kültürüyle de örtüşüyorsa ve bu konuda alan çalışmaları yapılıyorsa, ortaya katkısız, gerçek ve bilimsel bir tarih çıkar.
Ordu ili ve yöresi ülkemizin diğer köşelerine göre, bu bakımdan şanslıdır. TTK’da Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız’ın Sondaj Metoduyla Türkiye Tarihi’nin yeniden yazılması ve yapılanması amacıyla bu belgelerden yola çıkarak araştırmalar başlatması, tarihimizin daha bilimsel temellere oturtulması ve belgelendirilmesi açısından son derece önemlidir. Tahrir Defterlerindeki bilgilerle sözlü kültürü örtüştüren bilim insanı, belki de ilk kez Türkiye’mizde Sayın Prof. Dr.Bahaeddin Yediyıldız’dır.
Sözlü kültür, halkın yüzyıllar boyunca nesilden nesile naklettikleri ve giderek de efsaneleşen önemli söylencelerdir. Mesudiye yöresinde bu söylencelere çok sık rastlanır. Ordu’nun diğer yörelerinde dağınık bir yerleşme oluşurken, coğrafyası gereği Mesudiye’de toplu yerleşim birimleri oluşmuştur. Bu durum, sözlü kültürün yaşamasını kolaylaştırmış, yüzyıllar öncesi olan olaylar günümüze kadar gelebilmiştir. Nitekim her Mesudiye köylüsü, köyünün nasıl kurulduğu veya sülalesinin nerelerden geldiği konusunda az veya çok bir bilgiye sahiptir.
Bu sebeple Mesudiye yöresi tarihi kaleme alınırken, Tahrir Defterleri ve sözlü kültürün örtüşmesi kaçınılmaz olarak aranacaktır. Çünkü Mesudiye yöresi, belki de Türkiye’nin hiçbir yerinde görülmeyecek tarihi öneme haiz “adlandırmalara” sahiptir. Nedir bu adlandırmalar?
Mesudiye’de herhangi bir tepeye çıkıp etrafınıza baktığınızda yine tepeler görürsünüz. Bilen birisine bu tepelerin adını sorduğunuzda vereceği yanıt şudur: Erdembaba, Kılıçbaba, Karababa, Akbaba, Sarıbaba, İlyasbaba, Eriçoğbaba, Karaaslan, Ziyarettepe…. Ve bu tepelerin zirvelerinde yöre halkının kutsal saydığı, adaklarını kestikleri ve belki de sorunlarına medet aradıkları mezarlar. Yüzyıllarca korunmaya çalışılmış, dağılan taşları ziyaretçilerce toparlanmış, gizemli mezarlar.
Kimdir bu babalar? Halk niçin bu mezarları kutsal kabul etmiştir? Bu yöreleri kendilerine bırakan atalarına bir vefa örneği midir bu saygı?
Bu soruların yanıtlarını yine sözlü kültürde bulabiliyoruz. Şimdi yaklaşık yedi, sekiz yüz yıl gerilere gidelim.
Oğuz boylarının Ordu yöresinde ilk yurt tuttukları bölge Mesudiye topraklarıdır. Zaten Mesudiye yöresine çok yakın olan Şarkikarahisar, 1072 yılında bir Türkmen beyi olan Mengücek Bey tarafından fethedilmiş ve Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan,  Malazgirt Savaşı’nda da kendisine yardım eden bu büyük kumandana Şarkikarahisar’la birlikte Erzincan ve Kemah’ı da mülk olarak vermişti. Bu bölge 1228 yılında Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına katılmıştır.
Mesudiye yöresine ise Türkmenler Danişmendliler döneminde yerleşmeye başlamışlardır. Mesudiye Kale Köyü’nde bulunan Milas Kalesi’nin 11. yüzyılda Danişmendliler zamanında yapıldığı bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır. Nitekim kaledeki minber kalıntısı da bunu kanıtlamaktadır. Bu konuda Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nün bir makalesi de yayınlanmıştır. (Anıtlar Yüksek Kurulu Üyesi Mükerrem Usman Anabolu)
1178 yılında Danişmendli Beyliği, Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan tarafından ortadan kaldırılınca Mesudiye yöresindeki topraklar, zaten büyük göç dalgalarıyla uğraşmakta olan Anadolu Selçuklu Devleti’nin göçebe Türkmenleri yönlendirdiği bir bölge haline geldi. 13. yüzyılın ilk yarısında özellikle Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra Moğol istilasına da uğrayan Anadolu, büyük bir kaos ortamına girmişti.. Başsız kalan göçebe Türkmen boy ve oymakları, yerel anlamda Türkmen Bey ve Türkmen Babalarının etrafında kümelenmeye ve bulundukları yerde tutunmaya çalıştılar. Artık kendi kaderlerini, kendileri çizecekti. Bu yöredeki Türkmenleri koruyacak ne büyük bir beylikleri ne de bağlandıkları bir devlet vardı.
Tam da bu devirlerde Ordu yaylalarının ve Mesudiye topraklarının Trabzon Rum Devleti ile Türkmenler arasında defalarca el değiştirdiğine tanık oluyoruz. Yazılı kaynaklarca da belirtilen bu el değiştirmenin nasıl olduğunu “sözlü kültür” açıklıyor. (1982 yılında Kültür Bakanlığı standartlarına göre derlediğim ve yayınladığım “Uzun Kızlar Efsanesi”  bunlardan sadece birisidir.)
Efsanenin geçtiği olay, yukarıda da belirtildiği gibi, Türkmenlerle Trabzon Rum Devleti arasındaki çatışmalardan birisi olmalıdır. Efsanede adı geçen kızların mezarları çevrede yaşayan halk tarafından yüzyıllar boyunca korunmuş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Ayrıca Eriçok Tepesi’nin zirvesinde de kale kalıntısı ve kalenin diplerinde yüzlerce mezar bulunmaktadır. Efsanede yerin yarılmasını, Türkmen kadınlarının ve Türkmen kültürünün iffet ve namuslarına düşkünlüğünün bir yansıması olarak görmek gerekir.
Gerek Danişmendliler ve gerekse Selçuklular döneminde Trabzon Rum Devleti’ne sınır olan Milas (Mesudiye) yöresine Çepni, Iğdır, Yüregir, Eymür, Bayındır, Bayadı, Alayundlu, Karkınlu gibi Oğuz boyları ve çok sayıda Oğuz oymakları yönlendirilmiştir. Bu boy ve oymaklar önceleri her biri bir tepeyi tutmuş Türkmen bey ve babalarının himayesinde yaşamaya başlamışlar, zamanla bu beylerden birisi olan Bayram Bey’in etrafında kenetlenerek Hacı Emiroğulları Beyliği’nin nüvesini oluşturmuşlardır. 
Bayram Bey’in Mesudiye yöresindeki Türkmenlerin başına geçtiği, başarılı bir asker ve etkili bir yönetici olduğu anlaşılıyor. Bayram Bey’in ilk amacı, Mesudiye yöresine yerleşen Türkmenlere otlak ve yaylak bulmak için mücadele etmek olmuştur. Bunun içinde yöreden topladığı kuvvetlerle sık sık Doğu Karadeniz bölgesi’ndeki dağların yamaçlarındaki yaylalardan doğuya akınlar düzenlemiştir. Nitekim gerek kendisi, gerek oğlu Hacı Emir Bey ve gerekse torunu Süleyman Bey, bugünkü Ordu ve Giresun yaylalarını Trabzon Rum Devleti’nin elinden almak için yaklaşık yüz yirmi yıl süren amansız bir mücadeleye girişeceklerdir.
Bayram Bey, Danişmendliler zamanında yapılmış olan ve Trabzon Rum Devleti’ne karşı yaptığı bütün akınlarda karargâh olarak Milas Kalesi’ni kullandı. Kalenin hemen yanında bir saray, bir hamam ve birkaç tane kümbetten oluşan aile mezarlarını yaptırdı. Beylik, ilk yıllarında merkez olarak bu kaleyi kullandı. Aynı yerin yaz aylarında beylik merkezi olarak ileriki yıllarda da kullanıldığını söylemek mümkündür. Çünkü yöre Osmanlılara geçince Tahrir Defterlerine kaydedilirken yöredeki birçok yerin malikânesi Hacı Emiroğulları ailesine bırakılmıştır.
Anadolu’da ve bu arada Mesudiye yöresinde Türkmenler arasında o yüzyıllarda kesinlikle İslamiyet’i yaşama ve yorumlama farklılıklarından kaynaklanan bir çatışma yaşanmamıştır. Zaten o yüzyıllarda Türklerin İslamiyet’le tanışmaları yüz-yüz elli yıllık bir geçmişe sahiptir. Türkmenlerin ve diğer Anadolu Beyliklerinin birbirleriyle kavgaları, otlak alanlarının paylaşılması ve yerleşik düzene geçmekte zorlanan göçebelerin sorunları yüzündendir. Devlet ve büyük beyliklerin örgütlenmesi, vergilerle ayakta tutulabildiğinden ve vergiler de “oturaklı” hale gelmiş köylüden alınabileceğinden, gerek Selçuklular ve gerekse Osmanlılar Anadolu’daki göçebe Türkmenlerin yerleşik hayata geçmeleri için büyük çaba sarf etmişlerdir.
Böyle bir otlak çatışması Hacı Emiroğulları Beyliği ile yönetim merkezi Niksar’da olan Taceddinoğulları Beyliği arasında da meydana gelmiştir. Mesudiye toprakları ve özellikle Ordu yaylaları daha tam olarak yerleşik hayata geçmemiş olan göçebe Türkmenler için yaylak ve kışlak olarak kullanmaya son derece elverişli yerlerdi. O yıllarda hayvancılıkla geçinen Türkmenlerin, sahilin sıcak koşullarına ve sıtma salgınlarına karşı, geniş otlakları bulunan kırsal bölgeleri tercih etmelerinden daha doğal bir durum olamaz. 
Niksar ve Erbaa ovalarında kışlayan Türkmenler de, yaz mevsimlerinde sürüleriyle Karagöl yaylalarına gelirlerdi. Bu durum günümüzde bile devam etmektedir. Yazılı kaynaklarda Taceddin Bey’in Mesudiye topraklarında gözü olduğu ve bu sebeple de Hacı Emiroğullarıyla savaştığı ve Hacı Emiroğlu Süleyman Bey tarafından daha saldırının hemen başında 500 atlısıyla birlikte öldürüldüğü, ordusunun dağıtıldığı belirtilmektedir. Bu savaşın yeri kaynaklarda açıklanmamaktadır.
Söz konusu olayda da savaşın yeri konusunda “sözlü kültür”e başvurmak mümkündür.
Olayın geçtiği yer, Erdembaba mevkii olmalıdır. Burası, her iki beyliğin sınırı sayılır. Erdembaba ile ilgili söylenceler de vardır.  
Sözlü kültür örnekleri, halkın kendi içinde yaşattığı yerel tarihlerdir.
Yöredeki sözlü kültür ve efsanelerin bir kısmı Ordu yöresine ait en eski kaynak olan  Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız ve Ünal Üstün tarafından günümüz Türkçesine çevrilen 1455 tarihli Osmanlı Tahrir Defterindeki bilgilerle birebir örtüşmektedir.
Nitekim, Mesudiye özelinde Göçbeyi, Kışlacık, Türkköyü, Topçam, Çukuralan, Yeşilce, Arıkmusa yerleşkelerinin kuruluş söylenceleri 1455 tarihli Tahrir Defteri ile uyuşmaktadır. Bu yerleşkelerin 1430-1450 yılları arasında kurulduğunu söylemek mümkündür.
Sözlü kültürün bize bıraktığı önemli bir tespit de yöredeki Türkmenlerden bir kısmının 1455-1485 tarihleri arasında geri göçtükleridir. Zile köyünün kuruluş söylencesinde, köyü fetheden İlyas Baba önderliğindeki Türkmenlerin köyde yaptıkları çeşme ve mezarlıkları durmakla birlikte, kendilerinin geri göçtükleri ifade edilmektedir. 1455 ve 1485 tarihleri arasında köydeki önemli nüfus azalması bu sebeple olmalıdır.  Aynı söylencede günümüzde köyde yaşayan Türkmenlerin değişik tarihlerde Sivas, Erbaa, Erzincan, Trabzon, Gümüşhane, Divriği gibi yerlerden gelip yerleştikleri de belirtilmektedir.
Ordu yöresinin Türkleşmesinde ülkemizin diğer yerlerinde görülmeyen bir başka özellik de Sayın Yediyıldız’ın deyimiyle Hacı Emiroğullarının çeşitli bölük örgütlenmeleri oluşturarak yöreyi fethetmeleridir. Gölköy ve çevresini Burak bey ve Çoban Bey, Fatsa ve Ünye çevresini Mezit Bey, Çamaş yöresini Mehmet Çamaş Bey, Ulubey yöresini Sevdeş Bey, Şayip Bey ve Fermude Bey, Gülyalı yöresini Ebulhayır Bey, Piraziz yöresini Piraziz Bey, Bozat yöresini Seydi Ali Bey, Kepsil yöresini Şemseddin Bey, Pir Kadem Bey ve Mustafa bey bölüklerinin başında fethetmişler ve kendilerine bu yörelerde fetih hakkı olarak yurtluklar verilmiştir. Söz konusu Beyler, Hacı Emiroğulları’nın kumandanlarıdır.
Ordu yöresinin Türkleşmesinde ne Selçuklu Devleti’nin ne de Osmanlı Devleti’nin rolü olmuştur. Hacı Emiroğulları Beyliği 1427 yılından birkaç yıl önce Osmanlı Devleti’ne bağlandı. Beyliğin Bolaman batısındaki toprakları Canik Vilayetine bağlandı.  Giresun yakınlarındaki Batlama Deresinin doğusunda kalan kısmı Vilayet-i Çepni adını aldı. Ordu yöresi, Mesudiye ve İskefsir (Reşadiye) toprakları ise Vilayet-i Bayramlu adını aldı. 1427 yılında da tahriri yapıldı.
Kuşkusuz bu olay ve yapılanmaları kısa süre içinde anlatmak mümkün değildir. Ancak genç kuşaklarımıza şunları hatırlatmakta yarar görüyorum. Kimlik bilinci, modern bireyin en fazla değer vermesi gereken en kutsal hakkıdır. Bu topraklar ve üzerinde yaşanan tarih bilimsel anlamda incelenip araştırıldığında, milletimizin hiç de bazılarının söylediği gibi aşure çorbasına benzeyen bir mozaik yapılanması olmadığı görülür. Bu topraklar, her karışı Türkmen kanıyla sulanmış, her tepesinde Türkmen mezarı bulunan, bin yıldır korunması için hemen her aileden şehitler verilmiş, atalarımızın bizlere bıraktığı Türkmen topraklarıdır.  Daha dün, I. Dünya Savaşında Mesudiye’den 5300’e yakın asker gitti. Araştırmalarıma göre dönenlerin sayısı sadece 250 civarında.
Bu toprakları korumak için giden dedelerimizin mezarları bile belli değil. Bu geri dönemeyişler, sadece dökülen şehit kanlarıyla sınırlı değil. Onların kendi kuşaklarının yok olması bir yana, geride bıraktıkları çocuklarının yarısı bakımsızlık ve hastalıktan öldü, diğer yarısı da büyüyüp toparlanıncaya yıllar süren büyük bir sefalet yaşadılar.
Ülkemizde sinema yapımcıları, romancılar ve diğer araştırmacılar, Orta Karadeniz insanının yakın tarihte, seferberlik yıllarında çile çeken, aç kalan, salgın hastalıklarla ölen insanların dramlarını konu edinmediler de, mübadeleyle giden insanların yaşamları ve aşkları onlar için senaryolar yazdılar. Bu da bizim yazarlarımızın utancı olmalıdır.
Genç kuşaklarımızın ulusal kimliklerini sahiplenmeleri, atalarına ve tarihlerine karşı onların namus borcudur. Bu da ancak kendi tarihlerini gerçek boyutlarıyla bilmelerine ve anlamalarına bağlıdır.
Onlara, her ortamda ve her konumda yardımcı olmalıyız.

Kategori:efsanelerMesudiyemesudiye tarihiMithat Baş tarih araştırmalarımübadiller

6 Yorum

Mithat Baş Tarih Araştırmaları için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et