İçeriğe geç

Hıfzıssıhha Enstitüsü ve Refik Saydam

Last updated on 23 Ocak 2024

HIFSIZSIHA ENSTİTÜSÜ VE REFİK SAYDAM   

Ekonomik olarak kalkınmanın en önemli şartı, bireylerinin sağlıklı olarak yaşamlarını sürdürdükleri bir toplum düzenidir. Üreten ve emeğini ortaya koyup çalışan kesimin sağlıklı olmaması, üretimin istenilen seviyelere gelmesini de engellemektedir.  Cumhuriyetin ilk yıllarında makineleşmenin yok denecek kadar az olduğu dönemlerde bedensel güce dayanan üretim şekli sağlıklı bireylerin olması gerektiğini kaçınılmaz kılmıştır.
1930’lu yıllara kadar toplumlun genelini ilgilendiren bir sağlık yasası yoktu. Genç Cumhuriyet önce sağlık konusunda yasal düzenlemeler yapmayı zorunluluk olarak gördü. Bu nedenle Umumi  Hıfzıssıhha Kanunu’nu çıkardı. Bu kanun, tüm toplumun sağlığını ilgilendiren konularda düzenleme yapan bir kanundur. Kanunun hazırlanmasında, ülkemizdeki sağlık politikalarının belirlenmesinde ve bu konuda adımlar atılmasına öncülük eden Dr. Refik Saydam’dır.
Refik Saydam (1881-1942) İstanbul’da doğmuştur. Askeri tıbbiyeyi bitirdikten sonra Almanya’da tıp eğitimini geliştirmiştir. Uzun yıllar ordu içinde görevler yapmıştır. 1919’da 9. Kolordu Sağlık Müfettişi sıfatıyla Mustafa Kemal’le birlikte Samsun’a çıkan heyet içinde o da vardır. Erzurum ve Sivas Kongrelerine katıldıktan sonra TBMM’nin kuruluşunda da yer almıştır. Siyaset yaşamı 1920’de Doğu Beyazıt Milletvekili olarak başlamıştır. Milli Savunma Vekayeti’ne bağlı Sıhhiye Dairesi Başkanlığı yapmıştır. II. Dönemde İstanbul Milletvekili olarak seçilmiş, aynı yıl Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı)  olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk sağlık bakanı olan Refik Bey, 14 yıl sürecek olan bu görevde sağlık hizmetlerinin temellerini atmıştır.
1924’de Ankarada ve daha sonra Erzurum, Diyarbakır, Sivas ve diğer birçok ilde memleket hastaneleri, doğum ve çocuk bakım evleri açtırmıştır. Ayrıca bu konuda eleman yetiştirilmesine önem vererek sağlık kursları, tıp öğrenci yurtları ve 1928 yılında Hıfzıssıhha Enstitüsünü ve mektebini, İstanbul ve Ankara’da verem savaş dispanserlerini kurmuştur.
Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra Gazi Mustafa Kemal Atatürk kendisine “Saydam” soyadını vermiştir. 1931-1938 yıllarında zaman zaman Eğitim ve Maliye bakanlıklarına da vekâlet etmiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra İçişleri Bakanlığı da yapmıştır. Refik Saydam, 15 Yıl Kızılay Başkanlığı da yapmıştır. 1942 yılında ölmüştür.
Dr. Refik Saydam’ın Sağlık Bakanlığı sırasında Nazi Almanyası’nın dışladığı ünlü çocuk doktoru Prof. Dr. Albert Eckstein ve eşi Dr. Erna 1935 yılında Ankara’ya sığınmışlardır. Sağlık Bakanı Refik Saydam, onları memnuniyetle karşılamış ve Ankara Numune Hastanesi’nde bilisel çalışmalar yapmasını teşvik etmiştir. Dr. Eckstein ülkenin sağlık envanterinin çıkarılmasında da yardımcı olmuştur. Dr. Eckstein önderliğinde iki yıl süren örneklem yöntemiyle seçilmiş yüzlerce köydeki tarama ve anketler çok ilginç sonuçlar göstermiş ve sağlık politikalarının belirlenmesinde önemli katkılar sağlamıştır.
Dr. Refik Saydam, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti (Sağlık Bakanlığı) görevinde bulunurken (1920-1938) şu dört ilkeyi kendisine düstur edinmiştir;
I.           Sağlık hizmetlerinin tek elden yürütülmesi
II.         Koruyucu hizmetlere öncelik verilmesi
III.        Tıp ve diğer sağlık personelinin eğitimi
IV.        Bulaşıcı hastalıklarla mücadele
Cumhuriyetin İlk Yıllarında Ülkenin Sağlık Durumu
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yıllarca işgalci kuvvetlere karşı verdiği savaşın sonrasında mücadele etmek zorunda kaldığı bir diğer konu ise hastalıklardır. Yoksulluğun da beraberinde getirdiği bulaşıcı hastalıklar çok ciddi boyutlara ulaşmış ve toplumumuzu olumsuz etkilemiştir.  
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ülkenin en büyük sağlık sorunlarından birisi trahom hastalığıdır. Bu hastalık, göz kapaklarının içini döşeyen zarın üzerinde başlayan ve devam ettiği süreçte körlüğa bile sebep olan bulaşıcı bir hastalıktır. 1930 yılında Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili Refik Saydam, Doğu ve Güneydoğu illerinin bazılarında bu hastalığın halkın % 90’ına bulaştığını belirtmiştir. O yıllarda ülke genelindeki trahom sayısının 2,5 milyonu bulduğu belirtilmektedir.  
Diğer bir önemli hastalık ise sıtmadır. I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusu bu hastalıktan büyük zararlar görmüştür. Dört sene içinde ordunun sıtma vakaları tahmin edilemeyecek derecede yükselmiştir. I. Dünya Savaşı’nda ordu sağlık kuruluşlarının araştırmalarının yaptığı kan muayenelerine göre sıtma hastalığına yakalanma oranı Samsun bölgesinde % 70, Ordu’da % 50, Toros tünellerinde çalışan insanlarda % 50, Söke civarında % 44, İzmir’de % 72, Denizli’de % 90’dır.
1920’li yıllarda halkın büyük bir kısmı birkaç gün işe gelmemeye veya günün birkaç saatini sıtma nöbeti geçirmeye mahkûm olmuştur. O yıllarda neredeyse sıtmanın girmediği ev kalmamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında her yıl Akdeniz Bölgesinde 10.000, Karadeniz Bölgesi’nde 5.000 kişi sıtmadan hayatlarını kaybetmekte idiler.
Verem hastalığı da cumhuriyetin ilk yıllarında toplum sağlığını tehdit eden önemli hastalıklardan birisiydi. 1930’lu yıllar bu hastalıkla toplumsal ve yerel mücadelenin yapıldığı yıllar olmuştur.
1928 yılında 1219 sayılı “Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun” çıkararak sağlık personelinin yetki ve sorumlulukları belirtilmiş ve hizmet disiplin altına alınmıştır.
1930 yılında sağlık hizmetlerinin anayasası niteliğinde olan 1593 sayılı “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu” çıkarılmış ve böylece sağlık hizmetlerine ait politikaların ve uygulamaların esasları belirlenmiştir.
Bütün bunlara ek olarak yardımcı kanunlar ve nizamnameler de düzenlenmiştir. Bu kapsamda; Rusumu Sıhhıye Kanunu, Devlet Kinin Kanunu, Türk Kodeksi Kanunu, Tabiplerin sıtma stajı Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi Kanunu, Tabiplerin mecburi Hizmet Kanunu, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti Teşkilat ve Memurin Kanunu gibi kanunlarla bunlara uygun düzenlenmiş tüzük ve yönetmelikler belirtilebilir.
Yapılan bu yasal düzenlemeler zaman içinde semeresini vermiş ve genç cumhuriyet halkının sağlık sorunlarının büyük ölçüde üstesinden gelmiştir. Bu başarıları şu şekilde özetlemek mümkündür:
I.               27 Mayıs 1928’de “Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü” adıyla Türkiye’de ilk halk sağlığı laboratuarı hizmete girmiştir. Enstitü hızla yayılan enfeksiyon hastalıklarıyla mücadeleye başlamıştır.
II.            1931 yılında, ağız yoluyla uygulanan BCG aşısı üretimine başlandı. 1932 yılında serum üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu dışarıdan serum ithalatı durduruldu.
III.         1933 yılında Simple Metodu ile kuduz aşısı üretimi ele alındı. 1934 yılında İstanbul Aşıhanesi, enstitü bünyesine nakledildi. Çiçek aşısı üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye getirildi. 1935 yılında Farmakoloji şubesi kurularak yerli ve yabancı ilaçlarile diğer hayati maddelerin kontrolüne başlandı.
IV.         1936 yılında Hıfzıssıhha Okulu açıldı. 1937 yılında kuduz serumu üretilmeye başlandı. Aynı zamanda enstitünün İlaç Kontrol Şubesi, devletin ilacını denetledi. Bu durum, ilaç firmalarının korkulu rüyasıydı. Aşı ve Serum Şubesi Müdürlüğü, Difteri, Boğmaca, Tetanos ve her türlü tedavi anti-serumunun üretildiği bölümdü. Bakteri besi yerleri büyük cam galonlar içinde imal edilir, oda kadar büyük tarihi otoklavların içinde sterilize edilirdi. Üretilen anti serumlar içinde akrep ve yılan sokmalarına karşı serumlar olduğu gibi gazlı kangren anti serumları da vardı. Enstitü, 1940’lı yıllarda Ortadoğu ülkelerine Tifüs aşısı satacak duruma gelmişti.
V.            1942 yılında tifüs aşısı ve akrep serumu üretimine başlandı. 1947 yılında Biyolojik Kontrol Laboratuarı kuruldu. Enstitü bünyesinde aşı istasyonu açıldı. 1948 yılında ülkemizde ilk defa boğmaca aşısı üretimi yapıldı.
VI.         1950 yılında İnfluenza (Grip) Laboratuarı, Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslar arası Bölgesel İnfluenza Merkezi olarak tanındı. 1951 yılında ilk kez antibiyotiklerin ve bazı vitaminlerin kalite kontrolüne başlandı.
VII.      1954 yılında İlaç Kontrol Şubesi kuruldu. 1956 yılında tetanos aşısı daha modern yöntemlerle üretilmeye başlandı. 1958 yılında ilk kez frenginin modern yöntemlerle teşhisi ele alındı.
VIII.   1966 yılında Kolera Referans Laboratuarı kuruldu.
IX.         1974 yılında Mikoloji Laboratuarı açıldı.
X.            1984 yılında Zehir Danışma Merkezi ve 1987 yılında AIDS Araştırma Merkezi açıldı.
Sonuç olarak bu çalışmalar sonucunda genç Cumhuriyet;  tifo, tifüs, verem, difteri, boğmaca, sıtma, kuduz, lekeli humma, kızıl, kızamık, suçiçeği, grip, nezle, menenjit, veba   gibi birçok salgın yapabilecek hastalığı tarihe gömmüştür.
                                                                            ***
Hıfzıssıhha Enstitüsü  2 Kasım 2011 tarihinde 663 sayılı kararname ile kapatıldı.
Kaynaklar:
Dr. Müslim DEMİR, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu Üzerine Bir İnceleme, Makale 2019
Tuğluoğlu, Umumi Hıfzısıhha Kanunu Üzerine Bir İnceleme 2021 2008:353-354
Kategori:bulaşıcı hastalıklargripkarantinakoleraMithat Baş tarih araştırmalarıpandemiRefik SaydamsavaşsıtmaTürk kültürüveba

4 Yorum

  1. Adsız Adsız

    Elinize ve emeğinize sağlık, içerik olarak çok zengin ve eşsiz bilgiler var. Bilimin insan yaşamındaki etkisini ve sağlık tarihimizden kesitleri çok güzel kaleme almışsınız. Araştırmalarınızın devamı dileğiyle, sağlıklı ve güzel günler. Mürteza GÜLER

Adsız için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et