Osmanlı padişahları içinde Fatih Sultan Mehmet’in ayrı bir yeri vardır. O, hoşgörüsü ve farklı kültürlere karşı saygısıyla ünlenmiştir. Fatih Sultan Mehmet, devlet yönetiminde hiçbir grup ve kişiye ayrıcalık tanımamıştır. Ayrıca devlet idaresinde cemaat ve tarikatlara asla alan açmamış, yaşamı boyunca bu cemaat ve tarikatlara mesafeli davranmıştır.
Fatih Sultan Mehmet dönemine ait tarihî kaynakların farklı bir gözle incelenmesi neticesinde tarikatların gündelik hayata yeterince nüfuz edemedikleri görülür. Dolayısıyla tasavvufî kültürün geleneksel fonksiyonlarını toplum dokusunda tam olarak görmek mümkün değildir. Bir defa bu dönemde hiçbir büyük tarikatın İstanbul’a girememesi, başlı başına ele alınması gereken bir konudur. Oysa Fatih’in tasavvuf erbabıyla çok yakın ilişki kurduğu, onları desteklediği ve her türlü faaliyetlerine izin verdiği yolundaki gerçekle alakası bulunmayan hâkim görüş, bu konunun önemini arka plana itmiştir.
1481’de kuşkulu bir şekilde vefat eden Fatih Sultan Mehmet’ten sonra tahtın varisleri olan şehzadeler arasındaki iktidar kavgası, doğuracağı siyasî neticeler itibariyle Osmanlı devletini uzun yıllar meşgul etmiştir.
Tarikatların Türk tarihinde devlet erkine etki ederek toplumun sosyal ve siyasal yapısını etkilemeye çalışmak istemeleri Fatih’in büyük oğlu II. Beyazıt döneminde başlamıştır. Bu dönemden itibaren bir tarikata mensup olmak, toplumda önemli bir statüye sahip olmakla eş tutulmuştur.
II. Beyazıt ile uygulanmaya başlayan bu yeni politika, tarikatları devlet kontrolü altında gündelik hayata sokma ve böylece siyasî otoritenin toplum üzerindeki denetim mekanizmasını bu müesseseler aracılığıyla genişletme anlayışına dayanmaktadır. Bu siyasî kararın tarihî kökleri, II. Beyazıt ile Cem Sultan arasındaki iktidar mücadelesinin ilk yıllarına kadar uzanır. Nitekim kardeşler arasındaki taht mücadelesi sırasında tarikatların şehzadelerden II. Beyazıt’ı desteklemeleri, tarikatların siyasallaştıklarının başlangıcı olmuştur. Çok geçmeden padişah bu desteğin karşılığını tarikatlara fazlasıyla verecektir.
Tarikatların önemli bir kısmının İstanbul’a girişi II. Beyazıt dönemine rastlar. Cem Sultan’la mücadeleleri sırasında II. Beyazıt’a destek veren meşayih (şeyhler) grubu içinde yer alan bu tarikatın ileri gelenlerinden Muhyieddîn İskilibî’nin 1480’de Amasya’da bulunduğunu ve Hac ziyareti için II. Beyazıt’den izin isteyip ona hitaben, “İnşallah biz Hicaz’dan dönünce sizi Osmanlı tahtında görürüz” dediğini Taşköprü zade kaydetmektedir. Bu bilgiyi esas alan H. Joahim Kissling, 1480 yılı içinde Fatih Sultan Mehmet’e şehzade Beyazıt’ın bilgisi dâhilinde bir suikast tertip edildiğini, ancak planın ortaya çıkartılmasıyla bu olaya adı karışan şeyhlerin hac ziyaretini bahane ederek izlerini kaybettirdiklerini belirtir. Nitekim Muhyieddîn İskilibî,( Ebussuud Efendi’nin babası) II. Beyazıt Osmanlı tahtına geçince İstanbul’a gelir ve “Hünkâr şeyhi” sıfatıyla kendisine tıpkı Cemaleddîn Halvetî’ye yapıldığı gibi bir Bizans yapısı tekke olarak tahsis edilir.
Fatih Sultan Mehmet sonrası tarikat ve cemaatler, devlet kadrolarında yuvalanmış ve “dünyalıklarının” birikimi bu devirden itibaren yoğunlaşmıştır.
Fatih Sultan Mehmet ise tarikat ve cemaatlere uzak durduğu için “dünyalık biriktirme” onun felsefesinde yoktur. Aşağıdaki vasiyeti Fatih’in nasıl bir dünya görüşüne sahip olduğunun anlaşılması için güzel bir örnek olsa gerektir. İşte günümüz Türkçesiyle Fatih’in vasiyeti:
“Ben ki İstanbul’u fetheden Allah’ın aciz kulu Fatih Sultan Mehmet, bizzat alın terimle kazandığım paralarla satın aldığım, İstanbul’un Taşlık semtinde bulunan sınırları belirlenmiş 136 bağ dükkânımı aşağıdaki koşullar gereğince vakfettim:
Bu gayr-i menkullerimin gelirleri ile İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin ettim.
Bunlar ki ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler, bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozları dökeler ki yevmiye yirmişer akçe alsınlar.
Ayrıca on cerrah, on tabip ve üç tane de yara sarıcı tayin eyledim. Bunlar ki aynı günlerde İstanbul’a çıkalar, istisnasız her kapıya varalar ve o evde bir hasta olup olmadığını soralar, var ise ya tedavi edeler, tedavi orada mümkün değilse kendisinden hiçbir karşılık beklemeksizin darülacezeye kaldırılarak orada tedavi edeler.
Allah korusun herhangi bir gıda maddesi buhranı yaşanabilir. Böyle hal karşısında bırakmış olduğum yüz silah, erbabına verile. Bunlar ki vahşi hayvanların yumurta ve yavruda olmadığı zamanlarda hastalarımız gıdasız kalmasın diye avlanalar.
Ayrıca külliyemde yaptırdığım imarethanede şehitlerin hanımları ve çocukları ile Medine fakirleri yemek yiyeler. Ancak yemek yemeğe ve almaya kendileri bizzat gelmez ise yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.”
Fatih Sultan Mehmet’i anlayabildiniz mi? Özellikle yardımların gizli yapılmasına gösterilen özeni! Hiç olmazsa günümüzle karşılaştırın.
Onun, “Yemek yemeye ve almaya kendileri bizzat gelmez ise, yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle” sözlerinin altında yatan felsefeyi günümüz insanlarından kaçı anlayabiliyor?
Bu kültürü elimizle öldürdük. Ramazan ayındaki yöneticilerin kendi paralarını bile harcamadan yaptıkları şovmenlikleri Fatih Sultan Mehmet’in hangi felsefesinde bulabilirsiniz?
Ellerine sağlık değerli ağabey. Selamlar.