Okuyan ve çevresiyle ilgilenen her Türk aydını başlıktaki ifadeyi duymuştur. Bizler, Osmanlı İmparatorluğunun varisi bir devletin fertleriyiz. Bir imparatorluğun çökmesi sonucu atalarımız onun küllerinden “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni kurmuşlar. Kuşkusuz imparatorluğumuz çökerken birçok cephede askerlerimiz çarpışmış, bu cephelerde kan dökmüş, büyük bir çoğunluğu da şehit düşmüştür. Benim akranlarım, dönebilen askerlerimizin anılarını dinleyerek yetişen bir kuşağın çocuklarıdır.
Çanakkale, Kafkasya, Balkanlar, Galiçya, Irak, Mısır, Suriye bu cephelerden bazıları. Çok farklı etnik grupla da savaşmışız. Ruslar, Yunanlılar, İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar ve bu ülkelerin bazılarının sömürgelerinden getirdikleri farklı deri rengine sahip çok çeşitli insanlar. Savaştan dönen gazilerimiz, ne Rusya’nın soğuk steplerinden ve iri yapılı askerlerinden, ne Fransızların Ermenileri kullanmasından ve kışkırtmasından, ne de İngilizlerin getirdikleri envai çeşit renkteki askerden şikâyetçi oldular. Gazilerimizin tek şikâyetleri “Ortadoğu bataklığı” olarak belirttikleri Arap toprakları idi. Buradaki halklarla, yani Arap aşiretleriyle Osmanlı Devleti’nin bir sorunu yoktu. Savaşı da olamazdı. Çünkü bu halklar, devletin bizzat vatandaşlarıydı.
Gazilerimizi bu kanıya vardıran sebep düşmanın kurşunu değil, Ortadoğu’da yurtlarını kurtarmaya gittikleri Arapların onları sırtından vurmalarıydı.
Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kısmı da Mısır’ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı’na hapsedildi. Kampın tam adı, “Seydibesir Kuveysna Osmanlı Useray-i Harbiye Kampı” idi. Bu kampta, 1918’de Filistin cephesinde esir düşen 16. Tümen’in 48. Alayı’na bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu.
Savaş bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim etmek, İngilizlerin işine gelmiyordu. Çünkü olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.
Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlarına sokuldu. Ancak suya normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmıştı.
Mehmetçik, daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyorlardı. Ancak İngiliz askerleri dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı.
Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM’de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler bir önerge vererek, Mısır’da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve askerlerinin cezalandırılması için TBMM’nin teşebbüse geçmesini istediler. Tabii ki yeni kurulan devletin bin türlü sorunu vardı. Bu hesap sorma işi de unutuldu gitti.
Ankara Milletvekili Sinan Aygün’ün 08.10.2012 tarihli TBMM Başkanlığına milli Savunma Bakanı tarafından konuyla ilgili verilen soru önergesinden de bir sonuç çıktığı konusunda yazılı ve görsel basında bir habere rastlamadım.
Ortadoğu bataklığı ile ilgili 7 yıl Yemen’de kalan büyük dedemin anılarına yetişemedim. Ancak bu konuda çok anı dinledim. En ilginçlerinden birisini Ordulu bir tanığımızın anılarından okudum.
Perşembeli Halis Güler Babinoğlu. İşte anılarından bir bölüm:
“Biz de Kafkasların soğuğundan Arabistan’ın çöl sıcaklığına gelmiştik. En büyük ihtiyacımız içecek su oluyordu. Zaman zaman su bulmakta zorluk çekiyorduk. Ayrıca aldığımız malumata göre Lawrence adında bir İngiliz casusu tüm bedevi köylerini dolaşarak aleyhimizde her türlü girişimleri yapıyor ve Müslüman kisvesine bürünen o kişi, bedevileri üstümüze kışkırtıyordu…
Osmanlı İmparatorluğu altın para bulmakta güçlük çekince tedavüle banknot para sürüyordu. Bu duruma da Arap şeyhler karşı çıkıyor, “Biz Müslüman’ız, altın paradan başka parayla askere malzeme vermeyiz” diyorlardı. Durum padişaha iletiliyor, banknot paraya karşı çıkan kim olursa divan-ı harbe verileceği belirtiliyordu. Karşı çıkma devam ettiği için ders olsun diye evvela bir şeyh idam edildi. Altın para ile iş yapamayacağını anlayan Araplar, Osmanlı İmparatorluğu’ndan silah talep etmeye başladılar. “Bize silah verin, biz de Osmanlı saflarında İngilizlere karşı savaşalım” dediler. Ordu komutanı durumu çekmiş olduğu telgrafın altına kendi görüşünü de yazıyordu. Arapların bu isteklerinde samimi olmadıklarını ve Osmanlı ordusuna yardım edeceklerine inanmadığını belirtiyordu. Bunları asker arasındaki söyleşilerde duyuyorduk. Telgraf padişaha iletiliyor, gelen emirde Arapların da silahlandırılması isteniyordu. Bunun üzerine şeyhler davet edildi ve Araplara silah dağıtıldı.
Bu arada biz de Mekke’ye vardık. Hep beraber Mekke camilerinde namazımızı kıldık. Daha sonra da İngilizlerin bulunduğu mıntıkaya doğru harekete geçtik. Artık hep birlikte savaşarak İngilizleri geldiklerine pişman edecektik. Bu sevincimiz iki gün sürdü. İngilizler öyle bir saldırıya geçtiler ki siperlerde bulunan askerlerin hemen hemen yarısı şehit düştü. Biz de henüz siperlere girmemiş, yakın mesafede duruyorduk. Baktık ki geriye çekilmeye başlandı. Direnerek geri çekilmeye başladık. Biz çekiliyoruz ama etrafımıza bakıyoruz, bize karşı olanlar İngilizler değil, Araplar. Bu nasıl oluyor diye raporlar gelmeye başlayınca durum anlaşılıyor. Mekke Şerifi Hüseyin, Arap halkına: “Dönün terse, haydi bakalım Osmanlı ordusunu memleketimizden dışarı çıkaracağız” diye emir veriyor ve bize karşı cihat çağrısı yapıyordu. Hâlbuki biz halife ordusu idik. Bu durum kendisini eletiliyor. Verdiği cevap: “Halifelik yalnızca Kureyş kabilesine hastır. Biz Osmanlıların halifeliğini tanımıyoruz” şeklinde oluyordu. Biz nereye gitmiş isek, Osmanlı ordusunun verdiği silahlarla bize karşı savaşıyorlardı. Hangi tarafa hareket etsek, karşımızda Arap bedevileri ve İngilizler vardı. ilk ileri hareketimizi Irak istikametine doğru yaptık. Fakat çok şiddetli bir karşı harekâtla karşılaştık. Yönümüzü Suriye istikametine çevirdiğimizde birkaç gün herhangi bir hareketle karşılaşmadık ama bu uzun sürmedi. O yolların da tutulduğunu anladık. Osmanlı askere o mıntıkalardan da çekilmişti. Kumandanlarımız, artık çekilme yönümüzün sadece Sina Çölü’nü geçmek ve Akdeniz’e ulaşmak olduğunu söylediler. Bu tek yolu denemekten başka çaremiz kalmamıştı.
Hareketimiz Sina Çölü üzerinden başladı. Fakat her ilerlememizde yanlarımızdan ve önümüzden Arapların çıkması ve onlara karşı silah kullanmak mecburiyetinde kalışımız bizleri fazlasıyla üzüyordu. Fakat yapacak bir şey de yoktu. Muharebeler devam ediyor ve karşımıza çıkan Arapları esir alıyorduk. Esirlerden edindiğimiz bilgiler tüyler ürperticiydi. Meğer Araplara: “Türk askerleri altın paraları yuttular. Hepsinin midelerinde altın var. Yakaladığınız zaman karınlarını yarıp midelerinden alın” diye söylenmiş. Araplara esir düşen askerlerimizin başına gelenleri duymak bile istemiyorduk. Artık bizim buralarda tutunmamızın imkânsız olduğunu anlamıştık. Kutsal toprakları Hıristiyanlardan korumak için gelen Osmanlı halife ordusunun Müslüman Araplar tarafından altın para için bıçaklarla midelerinin yarılması bizi kahrediyordu. Aynı zamanda ikiyüzbin kişilik bir ordunun Sina Çölü’nde açlık, susuzluk, hastalık gibi durumlarla mücadele ederken Arapların atışları sonucu ölen arkadaşlarımız Sina Çölü’nün kumlarına gömerek yolumuza devam ediyoruz. Aradan birkaç gün geçtikten sonra sabaha karşı İngilizler uçakları yüksekten bize bomba yağdırmaya başladılar. Askerlik dönemimde ilk defa uçak saldırına uğruyordum. Etrafımızda yine genç cesetler, bir taraftan gidiyorlar, diğer taraftan geliyorlardı. (Ölen askerlerin yerine yenilerinin geldiğini söylemiş olmalı. M.B.) Bizim elimizdeki bazı silahlar uçaklara karşı etkili olduğu için konvoya pek yanaşamıyorlar, çoğu bombalar boşa gidiyordu. Artık hayatla yaşam arasındaki mücadelemiz, yani ölüm kalım mücadelemiz devam ediyordu.”…
Ne diyeyim. Son günlerde savaş tamtamları çalanların kulakları çınlasın. Tarihten ders almayanlara en büyük dersi yine tarih verecektir. Ne demiş Mehmet Akif Ersoy;
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i tekerrür diye ta’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”
İlk Yorumu Siz Yapın