Last updated on 27 Aralık 2022
Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’da ortak dil Türkçe idi. Ancak Rumca, Ermenice, Lazca ve Kürtçe de konuşulmaktaydı. Suriye, Irak, Arabistan, Mısır ve Kuzey Afrika’da ise halkın çoğu Arapça konuşurken elit tabaka Türkçe konuşmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir eyaletinde tek bir dil konuşulmamaktaydı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden sonra sarayda yazışma dili olarak kullanılan Osmanlıcayı tanımadan önce Osmanlı devlet yapılanmasına bir göz atalım.
Feodal ortaçağ döneminde bey, padişah, hakan gibi liderlerin tebaalarını tek başına hükmetme arzuları her şeyin üzerindeydi. Öyle ki, uygulamada mutlak hükmetme peşinde olan feodal yöneticilerin tutku düzeyindeki arzularına engel bir hal varsa onu derhal ortadan kaldırmak gerekiyordu. Kul sisteminin sonuçlarından biri olan devşirme ihtiyacı da, işte böyle bir arzu ya da mutlak hükmetme tutkusunun sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Diğer yandan devlet çok büyük dış tehlikelerle karşı karşıya olduğundan acele olarak askeri güce ihtiyacı vardı. Bu yüzden, Osmanlı Devleti’nde işgal altında bulunan ülkelerdeki 5, 6, 10, yaşına kadar olan çocuklar sistematik olarak evlerinden yurtlarından alınıp, İstanbul’a getiriliyor, buradaki eğitim sürecinden sonra yetenek ve becerilerine göre tasnif ediliyordu. Diğer eğitim aşamalarından sonra da yetiştirilen bu gençler, imparatorluğun yönetim kademelerinde görev yapıyorlardı. Bunların bir bölümü de devlet hizmetine alınarak Yeniçeri Ocağının hizmetine veriliyordu. Bunlara kapıkulu askerleri de deniliyordu. Bu yapıya devşirme sistemi denilmektedir.
Osmanlı Devleti’nde imparatorluk süreci İstanbul’un alınmasıyla başladı. O döneme kadar askeri sınıfın ön kademesi olan büyük devlet memurluklarına tamamen Türkler getirilirken, artık bu görevlere devşirme unsurlar getirilir olmuştu. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan İstanbul’un alınışına kadar geçen devir, Türklük karakteriyle damgalanan bir “milli devlet” hayatı sürmüştür. Bu nedenle imparatorluk sürecinden yani 1453’den evvelki ordu milli yapılı bir kuruluştu.
“Kul” sisteminin birdenbire genişlemesi, “devşirme” usulünün dal-budak salması ve bir sisteme bağlanması, Fatih II. Mehmed’in çalışmaları ve teşvikleri ile mümkün oldu. Savaştaki esirlerden ve satın alınmış kölelerden askeri kuvvet teşkili, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Eyyubiler döneminden beri biliniyordu. Fakat Osmanlı devletinde 1402 sonrası fetret devresini izleyen yıllarda fetihler durmuş ve imparatorluk savaş kölesi ganimetinden mahrum olmuştu.
Toprakları ve tebaası büyüdükçe, yetkisi ve hükmetme arzusu-hırsı da büyüyen Osmanlı padişahları, tıpkı diğer “çağdaş” hükümdarlar gibi, hükmetme yetkisini, mahalli beyler ve tımar sahibi toprak ağalarıyla birlikte değil de, onlardan tamamen bağımsız olarak, tek başlarına kullanmak istediler. Bunun tek büyük engeli, askeri gücün sefer zamanlarında, asker ve lojistik destek ihtiyacı bakımlarından yerel tımar sahiplerine ve uç beylerine, bir ölçüde de olsa bağımlı olmalarıydı.
Osmanlıda devşirme sistemi, işte bu ihtiyaç nedeniyle kurumlaştırıldı. Devşirme uygulaması, I. Murad döneminde başladı ve Fatih II. Mehmed döneminde en üst seviyesine ulaştı.
İstanbul’un alınmasından sonra girilen imparatorluk sürecinde, bütün hükümet kollarında, millilik yerine kozmopolit bir tutum gelişmeye başladı. Bu durumun kendini en kuvvetli hissettirdiği kurum da ordu idi. Fatih döneminin yeni askeri tedbirlerine göre, eyalet askeri yahut “Kamu Leşkeri” erleri itibariyle gene Türk kalacak, fakat idare gurubu Enderun mektebinden yetişen devşirme yöneticiler arasından seçilecekti.
15,16 yaşlarında devşirilen çocuklar, hiçbir biçimde devşirilme hikâyelerini unutmuyorlar, ‘unutmuş’ görünüp, günü geldiğinde gereğini yapmak üzere, sahte bir Türklük-Müslümanlık örtüsü altında yönetim kademelerinde yükselmeye bakıyorlardı.
Devşirme takımı tıpkı bugün olduğu gibi Osmanlı döneminde de kendilerini kanıtlamak, dini bütün bir Müslüman olduğuna inandırmak için bin bir çareye başvurmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta bunlar önemli bir tarikatın mensubu olmayı bir üstünlük nişanesi olarak görüyorlardı. Bu durum, dönmelerin geleneksel karakteridir.
Devşirme sisteminin getirdiği bir sonuç olarak, merkeze nüfuz edemeyen, nüfuz etmesine izin verilmeyen eğitimsiz Türkmen, bu durum karşısında kanı ve canıyla kurduğu imparatorluğun bürokrasisini, İran ve Mısır’dan getirilen bağnaz din ulemasına ve öteki devşirmelere bırakmak zorunda kaldı ve küskün, kırgın bir ruh haliyle geldiği yer olan Anadolu kırsalına döndü.
Günümüz deyimiyle yurttaşlar Osmanlı yönetimine, Osmanlı da yurttaşlarına yabancıydı. Özellikle devşirme bürokratlara göre yurttaşlar, sarayın ihtiyaçlarını ve asker gereksinimini karşılayan, başka da bir şeye yaramayan; ‘aptal, vahşi, geri zekâlı Türklerden’ başkası değildi. Bu yüzden Saray bürokratlarının, Türk’ün dilini anlamaları gerekmiyordu. Öyle düşünüyor, hatta Türk’e ve Türk diline inanılmaz hakaretler ediyorlardı.
Kendisi de Türk asıllı olan Âşık Paşazade, meseleyi şöyle izah ediyordu:
‘Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri.’ Âşık Paşazade
Kanuni Sultan Süleyman’ın Divan-ı Hümayun kâtiplerinden Acem asıllı Kadimi Hafız Çelebi (1499) Osmanlı kırması diliyle Türk’ü şöyle aşağılıyordu:
‘Devr-i daldan beri şahım eflak
Zem olur âlem içinde Etrak
Vermemiş Türk’e Hüda hiç idrak
Akl-ı evvel de olursa bi bak
Uktülü’t-Türk’e velev kane ebak’
Mısranın çevirisi; Önceden beri benim şahım tanrıdır/ Tüm dünyada kötülenir Türkler/ Tanrı Türk’e hiç bilinç vermemiştir/Hele bir de ukala olursa tümden pis olurlar/Baban da olsa Türk’ü öldür.
Bu öfke ve nefreti anlamak mümkün mü ? Adamların Türk’e, Türkçeye bakışları, yani ‘fıtratları’ buydu.
Buna karşın Anadolu insanı Pir Sultan Abdal’ı (16. yy.) sular-seller gibi okuyor, anlıyordu.
Hangi dinden isen ona tapayım
Yarın mahşer günü bile kopayım
Eğil bir yol ak gerdandan öpeyim
Beri dur hey benli dilber beri dur
Neden Anadolu Türkçesi/dili, edebiyatı, şiiri değil de, Osmanlı kırması dayatılıyordu?
Peki Osmanlıca neydi?
Bu konuyu Yazar Zeki Sarıhan şöyle açıklıyor:
“Osmanlıca bir yazı değil, Türkçenin bir jargonudur. Bu dil hiçbir zaman Türklerin ezici çoğunluğu tarafından ne yazılmış ne de konuşulmuştur. Saraya aittir ama saraylılar tarafından da konuşulmamıştır. Saraylarda da bildiğimiz ve bugün de konuştuğumuz Türkçe konuşuluyordu. Osmanlıca dedikleri bir yazı dilidir. Fermanlarda, Divan edebiyatının şiir ve düzyazısında, yazışmalarda kullanıldı. Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımından oluşmuş, sözcükleri daha çok Arapça ve Farsça, söz dizimi ise Türkçedir. Bu dili, Türklerin çoğunluğu gibi Araplar ve Farslar da ne konuşurlar ne de anlarlar.
Osmanlı sarayı neden böyle bir dil yaratmıştır? Bunun nedeni, Osmanlılarda feodal bir sınıfın halktan yalnız yaşam ve duygu bakımından değil, bunların kaçınılmaz sonucu olarak dil bakımından da bütünüyle kopmuş olmasıdır. Osmanlıda halk, yalnız vergi veren, Padişah çağırdığı zaman askerlik yapan bir sürüdür. Reayadır. Saray ve çevresinde toplanmış bir küçük azınlık ise kendisini bu halkın çobanı sayar. Bunun içindir ki eski bir halk şiirinde şöyle denilmiştir:
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekmede yok, biçmede yok
Yemede ortak Osmanlı
Kafaları çağımızın sanayi toplumuna ve onun yarattığı demokrasi kavramına erişememiş gericiler, tam da yukarıdaki nedenle Osmanlı hayranıdırlar. Onun dilini de, yazısını da, kanunlarını da kutsal sayarlar.
Türkçenin devlet katından dışlanması, Osmanlılardan da öncedir. Selçuklular ve Anadolu Selçuklu Devletinin resmî dili Farsça idi. Bunun nedeni, Selçuklular İran merkezli bir devlet kurduklarında Türkler arasında okuryazar insanın bulunmayışıdır. Memurlar, Türklerden önce şehirleşmiş ve yerleşik bir kültür yaratmış olan İranlılardan alınmıştır. Henüz Türkmen Beyliği niteliğini korumakta olan Karamanoğlu Mehmet Bey’in buna isyan ettiğini çıkardığı fermandan biliyoruz.
Arap Alfabesinde sesli harfler yoktur. Arap harflerine p, ç gibi Türkçe birkaç ses eklenerek kullanılan Osmanlı Alfabesi, Türk seslerini temsil etmekten uzaktır. Bunlar üstün, esiri, ötürü gibi işaretlerle, bazen de vav gibi harflerle veya harflerin bacaklarını yukarı, aşağı uzatarak karşılanmaya çalışılmışsa da Osmanlıcayı okumak ve yazmak çok müşküldür. Osmanlıca okuyup yazmak için her şeyden önce Arapça ve Farsça bilmek gerekir. Zaten medresede, Tanzimat sonrası açılan modern okullarda bile bu iki ders de müfredatın içinde yer almıştır.” (14 Aralık 2014)
Osmanlıcanın kullanılmasından vazgeçilmesi, 1928 harf devriminden çok öncedir. Reayanın millet olmaya başlayıp yönetimde söz sahibi olmaya başlaması, eğitimin yaygınlaşmasıyla bunun Osmanlıca ile yürümeyeceği anlaşıldı, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi hürriyetçiler dilde sadeleşmeyi savundular. . Hele gazeteciliğin başlaması, modern edebiyat türlerinin doğması ile kitlelere onların anlayacağı dille hitap etme zorunluluğunu doğurdu. Ali Canip Yöntem, Ziya Gökalp gibi edebiyatçıların savundukları ve kullandıkları dil, artık eski yazıyla yazılsa da Osmanlıca değildir. Mehmet Emin Yurdakul’un;
“Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur
Sinem özüm ateş ile doludur
İnsan olan vatanının kuludur
Türk evladı evde kalmaz giderim”
dörtlüğü de 20. Yüzyıl Türkçesidir.
Ziya Gökalp Vatan şiirinde Türkçenin önemini ne güzel anlatmış;
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın.
Karacaoğlan’ın dili ise halk Türkçesidir:
Alma gibi yanakları al gibi
Boyu uzar gider selvi dal gibi
Seherde açılmış gonca gül gibi
Sandım kan damlamış karın üstüne.”
Osmanlı Devletinin son yılları ve özellikle Cumhuriyetle birlikte Türkçenin değeri iyice anlaşıldı ve bu güzel dilin İstanbul şivesi devletin kurumlarında ve basın yayın kuruluşlarında hak ettiği yeri almaya başladı.
Artık Türkçenin bilim dili olması için üniversitelerin çaba harcaması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Ana diliyle bilim yapamayan ülkelerin bilim ve teknoloji üretmeleri mümkün değildir. Türkçenin güzelliğini yabancılar bizim üniversitelerden daha iyi fark etmişler.
Alman filolog ve oryantalist Friedrich Max Müller bakın Türkçeyi nasıl ifade ediyor:
“Türkçe’yi söyleyip yazmak için en ufak bir istek beslenmemiş olsa dahi, bir Türkçe grameri okumak bile gerçek bir zevktir. Kiplerdeki hünerli tarz, bütün çekimlerde egemen olan kurallara uygunluk, yapımlarda baştanbaşa görülen saydamlık, dilde parıldayan insan zekâsının harikalı kudretini duyanlar hayrete düşmekten geri kalmaz. Bu öyle bir gramerdir ki, bir billur içinde bal peteklerinin oluşunu nasıl seyredebilirsek, onda da düşüncenin iç oluşlarını öyle seyredebiliriz. Türk dilinin gramer kuralları o kadar düzenli, o kadar kusursuzdur ki, bu dili bilginlerinden oluşmuş bir kurul, bir akademi tarafından bilinçle yapılmış bir dil sanmak olasıdır.”
Türk Araştırmaları Ensitüsü Başkanı Prof. Dr. David CUTHELL ise Türkçe hakkında şunları söylüyor:
“Birçok yabancı dil bilirim. Bu diller arasında Türkçe öyle farklı bir dildir ki, yüz yüksek matematik profesörü bir araya gelerek Türkçeyi yaratmışlar sanki. Bir kökten bir düzine sözcük üretilebiliyor. Ses uyumuna göre anlam değişiyor. Türkçe öyle bir dildir ki, başlı başına bir duygu, düşünce, mantık ve felsefe dilidir.”
Darısı üniversitelerimizin başına!
Mithat hocam sayenizde çok şeyler öğreniyoruz emeğinize sağlık sevgiler selamlar