16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarında cereyan eden Büyük Kaçgun Döneminde Anadolu’da Alevi Türkmen kıyımı ile ünlenmiş Osmanlı Sadrazamı Kuyucu Murat Paşa, Hırvat asıllı bir devşirmedir. O da her devşirme gibi çocukluğunda seçime tabi tutulmuş, özel olarak yetiştirilmeye alınan insanlardan birisidir. Önce Enderun mektebine girmiş, oradan çıkmasından sonra da çeşitli saray hizmetlerinde bulunmuştur. Sırasıyla kethüda, sancak beyi ve beylerbeyliği görevlerinde bulunarak padişahın gözüne girmeyi başarmıştır. Bu görevleri sırasında Mısır, Yemen, Karahisar-ı Şarki, Diyarbakır gibi bölgelerde bulunmuştur.
Devşirmelerin bazı önemli özellikleri vardır. Çocukluğunda gayrimüslim ailelerden alınan bu insanların Enderun’dan yetişen seçilmişleri genellikle devlet bürokrasisinde yer alırken, acemi oğlanı olarak yetiştirilen devşirmeler ise, padişahın korumalığını yapan “kapıkulu” askerleri olmuşlardır. Kapıkulu olan asker kişinin ailesiyle ve diniyle tüm bağlarını koparması, yeni doğmuş gibi, hükümdardan başka kimseye maddi ya da duygusal herhangi bir bağ hissetmemesi gerekiyordu. Bunların evlenmeleri de yasaktı. Ancak Enderun’da yetiştirilip devlet bürokrasisinde görev alanlar askeri sınıftakiler gibi değildi. Çok daha şanslı ve bahtları açıktı. Bunlar evlenebiliyor, mülk sahibi olabiliyor ve belki de Osmanlı toplumunun en seçkin sınıfını oluşturuyorlardı.
Bu tür devşirmeler, Osmanlı yönetiminde özellikle İmparatorluk süreci başladıktan sonra önemli görevler üstlenmişlerdir. Hatta devşirmeler sadrazam olmaya başladıktan sonra Osmanlı tarihinde Türk asıllı vezirlere çok seyrek rastlanır. Bu durum, Osmanlıda neredeyse bir politika haline gelmiştir. Türkmenler yüzyıllarca Osmanlı üst yönetiminden uzak tutulmuşlardır.
Araştırmacı-tarihçiler, devşirmelere “ Veled-i Abdullah” da derler. Veled-i Abdullah, babası gayrimüslim olup kendisi Müslüman olanlara denir. Bunların kimisi yukarıda belirtildiği gibi çocukken ailelerinden alınarak ya acemi oğlanları olarak yetiştirilir sonra yeniçeri olurlar, ya da zeki ve fiziği güzel olanlar seçilerek Enderun denilen saray okuluna yerleştirilerek ilerde devlet adamı olacak şekilde eğitilirlerdi. Bu arada sıkı bir dini eğitim görürler, hayatları boyunca da dini ritüelleri kullanmayı ilke edinen yeni bir “kimlik” sahibi olurlardı. Yönetici olup belirli mevkilere geldikten sonra da kendilerine tamamen yabancı soy olan Anadolu’daki çeşitli halklara, özellikle de Türkmenlere karşı içgüdüsel bir merhametsizlik gösterirlerdi. Bunlar, padişahın kullarıydı. “Kul” sıfatı, Osmanlılarda sadece devşirmeler, yani “dönmeler” için kullanılmıştır. Anadolu halkı arasında bu gibi tiplemelere pek güvenli bakılmamıştır. Türk ve Müslüman kökenli diğer halklar “reaya-yı müslümanan” olarak sıfatlandırılmıştır.
Kuyucu Murat Paşa da bu devşirme kullardan birisidir. Murat Paşa sadrazamlığa getirilince bütün gücünü Anadolu’daki isyanların bastırılması için harcadı. İran ve Suriye sınırından Boğaziçi sahillerine kadar bütün Anadolu’yu Celali ve Suhte isyanları sarmıştı. Gerçi Celalilerden Karayazıcı ve kardeşi Deli Hasan öldürülmüşlerdi. Ancak öldürülenlerin yerine yenileri türeyerek Anadolu’yu kaplamışlardı. Bu durum, tam da Kuyucu Murat Paşa’ya uygundu. Hem kendisini saraya daha iyi gösterecek, hem de yetişme tarzına uygun olarak ne kadar asi öldürürse o kadar sevap kazanacaktı.
Devlet, bu isyanların neden çıktığını, niçin Anadolu insanının memnun edilemediğini sorgulamadı. Hâlbuki isyan edenlerin çoğu, geçmiş yüzyıllarda bu toprakları fethederek yurtluk verilmiş ve vergiden muaf tutulmuş, kimi zaman da asayişin sağlanması için görevlendirilmiş müsellemlerdi. Anadolu gazileri de denilen bu gruplar, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tımar sisteminin bozulması sonucu vergiye tabi tutulunca, kapıkulu askerleri gibi kendilerine de maaş bağlanmasını istemişler, istekleri yerine getirilmeyence de devlete baş kaldırmışlardı. Adlarına levent ve sekban da denilen müsellemler, bu toprakların yurt edilmesini sağlayan Anadolu Türkmenleriydi. Devlet onları dinlemedi. Onun yerine isyan edenleri öldürmeyi, yok etmeyi yeğledi. Murat Paşa işe Konya’dan başladı. Burada birçok asiyi öldürtüp kuyulara attırdı. Bağışlanmak vaadiyle yanına gelenlere bile acımadı.
24 Ekim 1607 günü Kuyucu Murat Paşa ve kendisi gibi devşirme kökenli olan Rumeli Beylerbeyi Tiryaki Hasan Paşa ile komutasındaki Osmanlı birlikleri, isyancılardan Canpulat idaresindeki yirmi bin piyade ve bin süvarilik isyancı birlikleriyle Maraş yakınlarındaki Bagras Boğazında savaşa tutuştular. Orada Maraş Beyi Zülfikar Paşa da kırk bin Dulkadirli Kürt askeri ile sadrazamın ordusuna katıldı. Savaşın gidişatını Osmanlı vaka-i nüvistleri; “Çok hızlı bir cenk oldu. Yeniçeriler, asilerin üzerine avlarına hücum eden aslanlar gibi yürümüşlerdir. Osmanlılar tarafından yirmi cellad, takım takım getirilen esirleri idam etmekle uğraşıyorlardı. Sadrazamın çadırı önünde yirmi bin asinin başından vücuda gelmiş tepeler yükseldi.” şeklinde anlatırlar.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya göre: “Murat Paşa, Kuyucu lakabını öldürttüğü Celali isyancılarının ve onların destekçilerini ölü ve diri derin kuyulara gömdürmesi nedeni ile almıştır. Yıllarca Anadolu’da öldürttüğü kişilerin kellelerinden yaptırdığı piramitler bir korku hikâyesi olarak anlatıldı. Çok soğukkanlı, çok gaddar ve amansız olduğu bilinmektedir. Yaşa başa bakmadan; erkek, kadın, Celali eşkıyasına destek veren ve destek vermesi muhtemel herkesi, özellikle Doğu Anadolu’da bulunan Alevi vatandaşları, öldürtmeyi amaç edinmişti.”
Kuyucu Murat Paşa Nakşibendî tarikatına mensuptu. Ebussut Efendi’nin fetvalarından oldukça etkilenmiş ve kendi yaşam felsefesini bu fetvalar üzerine kurmuştu. Ona göre kendi tarikatının dışında düşünen ve bu şekilde yaşayan herkes kâfirdi. Öldürülmeleri vacipti. Bundan çok etkilenmiş olmalı ki savaş alanında şöyle dua ederdi: “İlahi, bugün düşman karşısında ben kulunu utandırma. İhtiyarlığıma merhamet eyle. Din-i mübin ve şer’-i seyyüdü’l mürselin için hizmetim ile şeriat namusunu kirleten kötülerin yok edilmesi hakkındaki içten niyetlerim malumdur. Senden yardım ve başarı dilerim.” Duadan sonra atına biner ve “yemen yadigârı” kılıcını sağa, sola, öne sallayarak askere hücum ettirirdi. Harbi kazandıktan sonra çadırının önüne oturarak, yenilenlerin cesetleriyle doldurmak üzere kuyular kazdırmayı adet edinmişti. Cesetler kuyulara atılırken o kuyuların karşısına geçerek “hamdü sena” etmeyi ihmal etmezdi. Öldürdüklerinin Anadolu Türkmenleri olduğu umurunda bile değildi.
Sadrazam, Canpulat’ı devre dışı bıraktıktan sonra Anadolu’daki harekâtına devam ederek Kayseri ve Sivas’tan geçti. Ankara yakınlarındaki Çubuk ovasında çadır kurdu. Oradan tekrar Sivas, Tokat ve Karahisar-ı Şarki üzerine yürüyerek isyancıları öldürdü ve Bayburt’a vardı. 17 Ekim 1608’de kendisine padişahtan gelen emir iletildi. Bu hatt-ı hümayunda şunlar yazılıydı: “Rumeli valiliğini istediğin kimseye ver. Defterdar Ahmet Paşa’yı İstanbul’a gönder. Sen ordu ile Erzurum’da kalıp baharda İran üzerine yürümelisin.”
Murat Paşa, padişaha verdiği cevapta; Anadolu’nun Celalilerden tamamen temizlenmediğini, İran’la savaşmanın henüz zamanı olmadığını belirtiyor ve ekliyordu: “Erzurum’da kışlayıp da Şah üzerine hareketim ferman buyrulmuş, emir padişahımındır. Bu kulunuz doksan yaşında bir ihtiyarım. Gaza yolunda ölmek isterim. Fakat Şah üzerine gidilince Anadolu’da kalan Celaliler fırsat bulup memlekete el uzatırlarsa durum ne olacaktır? Bizi kendi davranışlarımızda serbest bırakınız. Başkalarının sözlerine kapılmayınız. Önce kendi memleketimizdeki düşmanı yok edelim. Sonra İran’a gidelim.”
Paşaya Anadolu’da yüz bine yakın akıttığı kan yetmemiş olacak ki hala “Anadolu Harekâtı”na ısrarda devam ediyordu. Paşanın bu korkusuz ve pervasız karşı çıkışı, herhalde Sultan Ahmet’in kendisine “babacığım” diye hitap etmesinden kaynaklanmış olmalı.
Padişahın emrine rağmen kendisi de Üsküdar’a doğru hareket etti. 18 Aralık 1608’de Kuyucu Murat Paşa, yenilmiş Celalilerden alınan ve üzerlerinde aldıkları Celali zorba başlarının kalın yazılarla isimleri yazılmış bulunan dört yüz bayrak ile tantanalı bir şekilde İstanbul’a girdi. Padişah bu parlak hizmetlerin karşılığını verdi. Murat Paşa’ya iki teşrif hil’atı giydirilmesini emretti. Kendi eliyle de “murassa bir sorguç ihsan eyledi.” Padişahın Murat Paşa’ya kuş tüyünden yapılmış ve değerli taşlarla süslenmiş bir sarığı kendi eliyle vererek onurlandırdığı anlaşılıyor.
Joseph von Hammer’in yazdığı Osmanlı Tarihi’nde Kuyucu Murat Paşa’nın ölümü şöyle anlatılır: “Murat Paşa, İran seferi esnasında doksan yaşında olduğu halde Diyarbekir’de birden ölüverdi. (25 Cemaziy’ül-evvel 1020/5 Ağustos 1611) Murat Paşa, Tebriz dolaylarını bir hayli tahrip ettikten sonra İran Şahı ile aralarında süregelen mektuplaşmadan dolayı sonucu beklerken ecelin pençesine yakalanmıştır. Naşı, İstanbul’a getirilmiş ve yaptırmış olduğu medrese yanına gömülmüştür. Sert karakterine ve birçok insanı yok etmiş olmasına rağmen dindar ve tarikata bağlı bir adamdı. Haftada bir hatim indirir, belli günlerde fazladan oruç tutardı. Tarikat itibarıyla Nakşibendî idi.”
Ünlü tarihçi İlber Ortaylı, Joseph von Hammer gibi düşünmüyor. Ortaylı’ya göre:
“Devlet, imparatorluktan sonra Cumhuriyet devrinde dahi takip edilen yeni bir kurum yarattı. Müfettiş paşalar, isyanı bastıracak kumandanlar fevkalade yetkiliydi. Mali yetkileri vardı, yargı yetkileri vardı ve tabii idam ve cezalandırma yetkileri vardı. Doksanındaki devletlu vezir bir müfettiş paşaydı; Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra cumhuriyet devrinde dahi izlenen fevkalade yetkili, vali ve komutanların unvanıydı. Kuyucu Murat Paşa bazen düşmesin diye atının eyerine kendini bağlatırdı, ama aklı yerindeydi ve sertti. Görevini mistik bir şiddet ile yerine getirirdi. Suçluyu değil suç ihtimali hatta kabiliyeti olanını bile cezalandırırdı. Siyaset ettiği gövdelerden ayrılan kelleleri kuyulara doldurduğu için bu unvanla anılmıştır. Şurası bir gerçek, 17. asırda IV. Murat’ın sert saltanatı da bunun üzerine binince, imparatorluğun asayişi avdet etti. Bu nedenle Kuyucu Murat Paşa devrine ve icraatına bazı tarihçilerin olumlu yaklaşmasının nedeni de budur.
Kuyucu Murat Paşa devrinden sonra çocukluktan çıkan IV. Murad’ın devri başlar, bilhassa onun Bağdat ve Revan seferleri boyunca geçtiği Anadolu kasabaları ve şehirleri şiddetli cezalara sahne olmuştu. Osmanlı tarihinin Murat Paşa ve Sultan Murad’lı bu dönemi devlet terörünün zamanıdır.”
İlk Yorumu Siz Yapın