İçeriğe geç

Türk Kimliği

Kimlik dediğimiz olgu, “Ben kimim?” sorusuna kişinin verdiği cevapların toplamıdır. İnsanlar, “Ben kimim?” sorusuna sadece bireysel kimlik açısından cevap vermez. Bu soruya verilebilecek cevaplar da birçok açıdan kendi içinde sınıflandırılabilir. İnsan yavrusu bir ailenin içine, bir kültürün içine doğar. Bu henüz yürümeyi, konuşmayı bilmeyen ve tamamen bakıma muhtaç yavru, kimliğini oluşturacak aileyi, çevreyi kendisi seçerek var olmamıştır. Onun varlığı bu durumda ancak “nefs” olarak nitelendirilebilir. Kimse doğuştan gelen kimliğini belirleme imkânına sahip değildir. Bu nedenle de doğuştan gelen kimlikler bireyler için bir namus kadar değerlidir.
Doğuştan gelmeyen, sonradan kazanılan kimlikler de vardır. Meslek kimliği, çevre kimliği, akademik kimlikler bunlardan bazılarıdır. Bu kimliklerin oluşumunda insanın bireysel iradesinin rolü vardır.
Kimliklere “mensubiyet duygusu” da denilebilir. Bir millete mensup olmak da, bireyin seçimiyle değil, atalarından gelen genetik ve kültürel özelliklerle kazanılmıştır.
Kimlik tartışmaları tarih boyunca etnik, dinsel ve diğer alanlarda sürekli tartışıla gelmiştir. Kimi zaman değişik kimlikler birbirleriyle çatışma içinde olmuşlar, kimi zaman da birbirlerine karşı hoşgörülü davranabilmişlerdir.
Türk tarihinde etnik anlamda ilk kimlik tartışmaları Osmanlının Tanzimat döneminde görülmüştür. İlk kimlik araştırmaları da bu devirde başlamıştır. Kendi köklerini arayan Osmanlı, yüzyıllardır Osmanlı kimliğinde- veya gölgesinde- yaşayan göçebe Türk’ün varlığını da böyle keşfetmiştir.
Bu dönemde temel soru: “Kim kimin kimliğinde idi?” Osmanlı mı Türk’tü, yoksa Türkler mi Osmanlı?
Uluslararası ilişkilerde dünyanın Osmanlı’yı “TÜRK” olarak gördüğü ayan beyan belli idi. Bu tartışılmıyordu bile. 16. Yüzyıl Avusturya Macaristan İmparatorluğu haritalarında Osmanlı İmparatorluğu’na “Türk İmparatorluğu” denilmekteydi. Ancak Osmanlı’yı “Devlet-i Aliyye” (Yüce Devlet veya Devletlerin yücesi) olarak adlandıran Osmanlı yönetim kadrolarının, Türk ve Türkmenleri küçümsedikleri, hizmet ettikleri Devlet-i Aliyye ile onun kullarını (devşirmeleri)  yani kendilerini uzun süre “Türk” saymadıkları da aşikâr bir şekilde anlaşılmaktaydı. 
Türk kimliğini algılama sorunu, dünyanın algılamasında mı? Yoksa Osmanlı yönetim sınıfının algılamasında mı? idi.
Özellikle 1789 Fransız İhtilalı’ndan sonra Osmanlı Devleti kadrolarındaki algı da değişmeye başladı. Ülkede Türkçülük akımları gelişti.
Cumhuriyetle birlikte yeni kurulan devletin kimlik algısı da değişti. Yeni devlet, vatandaşını “Türk” olarak algılıyor, vatandaşlarını yetiştirmek üzere çağdaş bir kültür yaratma girişimi ve ülküsünü, çağdaş batı örneklerinden esinlenerek, dil-kültür birliği ile tarih bilinci üzerinden gerçekleştirmek istiyordu. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültür olacaktır” sözü bu istemin sözlere yansımasıydı.
Ancak cumhuriyetle birlikte yeni kimlik sorunlarının ortaya çıkması da kaçınılmazdı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, parçalanmış bir imparatorluğun bakiyesi olarak kurulmuştu. Halkı içinde çok çeşitli etnik gurupların kalması olağandı. Bu gruplar ana dillerini konuşabilseler bile öteden beri yüzlerce yıl boyunca Türkçe konuşmuşlar, devletle ilgili münasebetlerinde meramlarını Türkçe dillendirmişlerdi. Her ne kadar Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk Milleti” denir diye toparlayıcı bir ifade kullansa da yine de bazı etnik grupların “Türk kimliği” içinde olmaya itirazları vardı.
Bu itirazlar son otuz yılda daha da arttı. Son yıllarda özellikle Ortadoğu coğrafyasında etnik ve mezhepsel kimlikler, uluslar arası yönlendiriciler ve toplum mühendisleri tarafından kaşındı, mikro milliyetçilik desteklendi ve sözüm ona demokrasi adı altında ülkeler parçalanmaya başlandı. Aynı çalışmalar el altından ülkemizde de yapılmaya başlandı, giderek dil-kültür ve tarih bilinci üzerine kurulmuş olan devletimiz, alt kimliklerin kaşınmasıyla kimlik tartışmalarının içine sürüklendi. Önce “Türküm” demek yadırganır hale geldi. İlkellik sayıldı. Hatta o kadar ileri gidildi ki “Türküm” demek, ırkçılıkla suçlanmaya kadar vardı. Kendini liberal demokrat olarak ifade eden bazı şahsiyetler, kimi görsel medyada alabildiğince yer buldu. Tek yanlı yayınlarla insanların beyinleri yıkanmaya çalışıldı. Meydanı boş bulunca da Türk Milleti’ni inkâra kadar varabildiler.  
Kimdir bu “Türk etnisitesi yoktur” diyenler? Ya da kendini Türk olarak kabul edenler?
Bu soruları tarihi süreç içinde biraz irdeleyelim.
Türk kültür havzasını inşa eden siyasi, coğrafi ve ekonomik koşullar bütün olarak yorumlanmalı, bir çıkış veya cevap aranmalıdır. Bu noktada Türk kültürü, İslam öncesi ve sonrası zımni ayrıştırmasına tabi tutulmadan bütüncül olarak anlaşılmalıdır. Kültürü oluşturan, değiştiren ve dönüştüren bütün şartlar ele alınmadan yapılacak değerlendirmelerin hep bir tarafı eksik kalacaktır. Gerçek bir çağdaşlaşma için Türk hümanizmasını oluşturan yaratıcı okuma ve düşünme süreci bu perspektif takip edilerek inşa edilmelidir. Bu çerçevede Türk milli düşüncesine kaynaklık eden temel metinlerin de eleştirel bir okumaya tabi tutulması zorunludur. Bu nedenle Türk Milleti’nin Anadolu coğrafyasındaki etnik ve dinsel geçmişine göz atmakta yarar vardır.
11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya göç ederek burada hanedan adıyla beylik ve devletler kuran Türkler çok çeşitli kültürel özelliklere sahip başka kavimlerle de komşuluk yapmışlar, yan yana yaşamışlardır. “Güç” erki ellerinde olduğu için de beylik ve devlet örgütlenmelerinde egemenliklerini kabul ettirmişler, Orta Asya’da oluşturdukları destanlar, menkıbeler ve geleneksel yaşam tarzlarından şekillenen köklü kültürlerini, dillerini ve diğer kültürel özelliklerini bu topraklara kazımışlardır. Bu durum Anadolu’da o kadar süratli gelişmiştir ki 1147 yılında Eskişehir yakınlarında Fransa Kralı VII. Louis “Bu nedir? Her yerde Türk saldırılarına uğruyoruz. Burası Türkiye olmuş” demek zorunda kalıyordu.
Anadolu’nun kültürel anlamda Türkleşmesinde Horasan alperenlerinin büyük katkısı olmuştur. Büyük Türk Mutasavvıfı Hoca Ahmet Yesevi’nin takipçileri olan Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana ve Yunus Emre gibi düşünürler, dini taassup yerine insan sevgisini öne çıkarmaya özen göstermişlerdir. Özellikle Yunus Emre, akıcı ve duru Türkçesiyle Anadolu Türkçesinin kurucularından sayılmaktadır. 
Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13 Mayıs 1277’de:
“Şimdiden gerü hiç kimesne kapıda, divanda, mecliste, seyranda Türk dilinden özge söz söylemesinler” diye ferman çıkarması da Türkçenin Anadolu’da kökleşmesine katkıda bulunan önemli eylemlerden birisidir.
Bu süreçte genellikle devletler ve beylikler için hanedan adları kullanılmıştır. . Hanedan adları, bu yüzyıllarda sadece Anadolu’da kurulan beylik ve devlet yapılanmalarında değil, dünyanın çeşitli bölgelerinde kurulmuş yapılanmalarda da beylik ve devlet adı olarak kullanılmaktaydı.  
Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Bey; Türk halklarından birisi olan Oğuzların Kayı boyundandır. Kendisi bey seçildiğinde; çevresindeki alperenler; ona bağlı kalacaklarına ant içmek için kadehlerini kaldırmışlar ve “tolu/dolu” içmişlerdir. Bu tören, en az üç bin yıllık Türk töresidir.
Osman Bey’in oğlu Orhan Bey ile birlikte Pençik Oğlanı uygulaması başlatılmıştır. Acemi oğlanları da denilen bu çocukların bir kısmı “Enderun” denilen saray okullarında yetiştirilmiş ve sarayda hizmet edecek devlet erkânı bu ocaktan sağlanmıştır. Bir kısmı da kapıkulu askeri de denilen Yeniçeri Ordusu’nun elemanı olmuşlardır.
Yeni Saray’daki (Topkapı Sarayı) Enderun;  Rum, Sırp, Arnavut, Macar, Hırvat vb… Balkan halklarından çocukların eğitilip devletin yönetim kademelerine hazırlandığı okul olmuştur. Ama bu eğitim, Sırp Kuyucu Murat Paşa örneğinde olduğu gibi hangi eğitimi alırlarsa alsınlar onlardaki belki de çocukluklarından kalma bilinçaltındaki ezikliği giderememiştir.
Ne zaman ki devlet tam teşekkül etmiş, imparatorluk süreci başlamış,  İstanbul payitaht haline gelmiş; o zaman Divan-ı Hümayun’da (Dönemin Bakanlar Kurulu) ağırlıkta olan Enderun yetiştirmeleri; kendi kurduğu devletten hak isteyen Türk’ü dışlamış ve hatta düşman ilan etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin yönetiminde devşirmeler hâkim olduğunda kimi zaman da Anadolu Türkmenleri, “etrak-ı biidrak”, yani anlayışsız, zekâsız Türkler diye horlanmışlardır.
Özellikle imparatorluk sürecinde Türk unsurları kendilerine karşı potansiyel tehlike olarak görme eğilimi Osmanlı padişahlarında ve vezirlerde neredeyse gelenek haline gelmiş, devlet yönetiminde Türk asıllı yöneticilere yer verilmemiştir. Bu durum devşirme kökenli vezirleri ve diğer idarecileri daha da yüreklendirmiştir.
 Osmanlı Devleti’nin imparatorluk sürecinde alınan vergiler can yakmaya başlayınca anonim bir dörtlükte yapılan bu haksızlıklar itirazlara dönüşmüştür:
 “Şalvarı şaltak Osmanlı
Eyeri kaltak Osmanlı
Ekmede yok, biçmede yok
Yemede ortak Osmanlı”
Türkolog İrene Melikoff’ Osmanlı Devleti’nin siyasi ve ekonomik politikasını şöyle anlatır: “Toprağa toprak kattı ama değere değer katamadı. Sömürgeci değil, varlığı koruyan oldu. Çok sıkıştığında kendi insan kaynaklarını (Anadolu’yu) zorladı; toplumdan gelen tepkilerle, ayaklanmalarla uğraştı durdu. Akdeniz’e bir süre egemen oldu. Hint Okyanusu’na ulaştı; ama haraç için çıktığı çoğu savaşlarda, denizle deryayı ekonomik amaçla ya da ticaret maksadıyla kullanamadı. Piri Reis gibi bir denizciyi yetiştirdi ve öldürdü; onun geliştirdiği deniz haritacılığından faydalanamadı.”
Osmanlı Devleti’ndeki bu olumsuzluklara rağmen yine de Anadolu’da, “Türk ben idraki”nin evrensel bir içeriğe kavuştuğu “Ahmet Yesevi Türk Düşünce Çevresi” dediğimiz bu iklimde aklın ve metafiziğin dengeli oluşumu ile “Anadolu Müslümanlığı” yeşermiştir.  Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre gibi büyük değerler Türk toplumundan çıkmış ve bu toplumun kültürel şekillenmesinde büyük roller üslenmişlerdir. Anadolu Müslümanlığı’nın geleneksel Emevi ve Eş’ari anlayıştan farklı olarak Türk toplumunda yeşermesinde kendisi de bir Türk olan İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin savunucularından İmam Maturidi’nin rolü de büyük olmuştur. Maturidi kelam ve düşünce ekolü, akılcı ve üretken yapısıyla insan şahsiyeti ve onun irade ve seçimlerini, fikri ve düşünsel melekelerini hiçe sayan Eş’ari-Emevi anlayışını, Selçuklular, Anadolu Türk Beylikleri ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Anadolu’ya sokmamıştır.
Akli bilimlerde Cabir, Harezmî, Farabi, İbni Sina,  Biruni, Tasavvufi cephede Ahmed Yesevi gibi zirvelerin yetiştiği bu tarihsel kesit yaklaşık 200 yıl gibi kısa bir süreyi kapsar. Orta Asya Türk medeniyetinin ve diğer büyük Türk devletlerinin ve imparatorluklarının yükselme dönemine kadar Osmanlı birikiminin temel mihveri bu doğrultudur.
Bu doğrultu, Eş’ari- Emevi gelenekten beslenen din anlayışı Osmanlıya egemen olunca önce duraklama, daha sonra da devletin gerileme ve parçalanma süreci başlamıştır. Bu arada Akli bilimleri savunan Maturidilik, Bektaşilik ve Sufilik gibi akımlar düşman sayılmıştır.
Cumhuriyet kurulduğunda da Maturidilik bazı İslam bilginlerince yeni kurulan devletin din anlayışı olarak benimsenmiştir. Ancak 1940’lı yıllardan itibaren kapitalist din anlayışından referans alınarak yeniden üretilen din anlayışı zamanla toplumda egemen olmuş, Türk tefekkür birikiminin aksine aklı önemsemeyen, nakilci, bireyin özgürlüğünü hiçe sayan ve demokratik ufkun yeniden güncellenmesine imkân vermeyen bir din anlayışı ortaya çıkmıştır.
Anadolu Türk kültüründe sadece dinsel mensubiyet değil, kültürel mensubiyet de vardır. Türk Halk Edebiyatı ve folklorik zenginlik tarihi süreç içinde gelişmiş, yüzlerce ozan Türk dilini ve kültürünü günümüze kadar taşıyan eserler bırakmışlardır. Anadolu’da Yunus Emre ile başlayan bu üretkenlik günümüzde de sürmektedir. Asıl düşünülmesi gereken, konuştuğu dili, edebiyatı, dinlediği türküyü bile yok sayacak kadar ileri giderek “Türk kimliğini” tanımayanların veya Anadolu coğrafyasında bu kimliği bir alt kimlik olarak görenlerin bulunmasıdır.
Amerikalı Antropolog Ralph Linton, Türklerle ilgili analizleri bizim akademisyenlerden daha anlamlı yapmış. Bakın bu konuda neler diyor: “Çini fethedip Çinlileşen, Batı Asya’yı fethederken İslamiyet’i kabul eden, Balkanları fethedip Bulgarlar gibi Slavlaşan veya Hıristiyan olan; Mısır’da, Suriye’de yerli halkla karışıp Araplaşan Türk fatihler, Küçük Asya’da (Anadolu) Türk kimliklerini nasıl korudular? Bin yıllık Hıristiyan Rum diyarından Müslüman bir Türk ülkesi yaratmayı nasıl başardılar?”
Bu soruların cevaplarını yine Linton veriyor: “Türkler ve Türkmenler devlet kurdular ama kurdukları devletlerin tam sahibi olamadılar, yerleşik hayata geçmeye razı olmadıkları için de yönetim dışında, devletin karşısında kaldılar. Yitmediler, çünkü Türk ve Türkmen göçleri yüzyıllar boyu sürdü. Yeni ve arkadan gelen göç dalgaları, yerleşik kültürde özümsenen boyların yerini alarak Türk töresini, dilini ve bağımsızlık ruhunu canlı tuttular. Dünya görüşlerinde de önemli gelişmeler oldu. Türk dünyası, artık Türk olmayanı talan etmeye değil, onu fethedip yöneterek haracını almaya yöneldi.”
Türk tarihi, kimliğe kültürel bakışın da tarihidir. Türkler, insanları biyolojik ve genetik özelliklerine göre ayırma ihtiyacı duymadı. Yaşadığımız coğrafyalarda farklılıkları koruduk, kolladık, yaşadık ve yaşattık. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir çimento zannedilen Osmanlılık bilinciyle toprak kaybetmemeye ve bütünlüğü sağlamaya çalıştık. Bu yürümeyince; din kardeşliğine, İslâmcılığa sarıldık. Emperyalizm, Ortadoğu’da yüzyıllarca koruduğumuz kutsal mekânlarda bile yerli halkı bize karşı kışkırttı.  Çanakkale’ye “Osmanlı kâfir oluyor” diye bizimle savaşmak üzere Müslüman askerler getirdi. Bunu da gördük.  En sonunda Türkçülük hareketi doğdu ve Milli Mücadeleyi tetikledi. Türkçülük hareketi de bir etnik üstünlük arama ve “etnik milliyetçilik” değil; İmparatorluk bünyesinde zamanla dışlanan ve kaybedilen aslına dönüştü. Bir özgüven kazanma ve mensubiyet şuuru olarak bu gelişti.
Kimlikle ilgili ülkemizdeki tartışmalar 1980 yılından sonra daha da belirginleşmeye ve ayrışmaya başladı. “Türkiye’de kültürel kimlik krizi” kapsamında saptanan eğilimleri 5 tür kimlik seçeneğinde toplayabiliriz. Bunlar;
Anadolucular;Anadolu öncesi Türk kültürünü ve Selçuklu/Osmanlı kültürünü reddeden bu görüş; Anadolu’da değişik ırk, din, dil, etnik özellikler gösteren toplulukların bir potada eriyerek ortak bir kültürü oluşturdukları savını destekler.  M.Cevdet Anday bu görüşün önemli savunucularındandır.
Türk-İslam Sentezciler; Milli kültürün iki ana damarı, Orta Asya’dan getirdiğimiz öz değerler ve İslamiyet olup, Çağdaş Uygarlık düzeyine ulaşmak için Batının sadece teknik ve medeniyetini almak yeterlidir. Ulusal kültürün özünü korumak için Batı kültürünü almaya gerek olmadığını, ulusal kültürün tarihsel kaynaklarının Orta Asya Türk kültürü ile Selçuklu ve Osmanlı kültürü olduğunu iddia eden bu grup, Türklerden önceki Anadolu uygarlıklarını reddederler. Bu görüşler daha çok İbrahim Kafesoğlu, İsmet Özel ve Aydınlar Ocağı tarafından dillendirilmektedir.
Yeni Türk Kültürü; Emre Kongar, Anıl Çeçen ve Atilla İlhan’ın desteklediği bir grup, batılılar karşısında güvensiz, ezik, neredeyse “aşağılık duygusu” içinde olan Türk halkının onurunu yükseltmek, olumlu bir kimlik imgesi sağlamakla mümkündür, Türk kültürü Cumhuriyetle başlamıştır, ulusal kimliğin yerleşmesi için Osmanlı kültürünün reddedilmesi gerekir savını desteklemektedirler.  
Yerleşiklik-Göçebelik; Demirtaş Ceyhun kimlik Sorununa; Yerleşiklik-Göçebelik bağlamında yaklaşan bir görüşü savunmuştur. Bu görüşe aydınlar fazla itibar etmemişlerdir.
 “Çağdaş Kültür Sentezciler” denilen bir başka grup da; “Çağdaş ulus olma; gelişmiş bir tarih ve ulus bilinci gerektirmektedir, kültür tarihimiz; Türklerden önceki Anadolu tarihi, Anadolu’dan önceki Türk tarihi, Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesi, Osmanlı tarihi ve Türk Devrim tarihini kapsamalıdır” savını ileri sürmektedirler. Bu grubu destekleyenler: Taner Timur, Bozkurt Güvenç, Mete Tuncay, İlber Ortaylı’dır.
Görüldüğü gibi Türk aydınları arasında da “Türk Kimliği” konusunda farklı düşünceler bulunmaktadır. Ancak bu görüşlerin hiçbirisi Türk Kimliğinin varlığını tartışma konusu yapmamışlardır.  Bilakis Türk kimliğinin savunucusu olmuşlardır.
Şimdi Türk kimliğine kimlerin karşı çıktıkları veya kabullenemedikleri daha da belirginleşmiştir. Bunu tarih apaçık göstermiyor mu?  
Kuşkusuz, kendini bu mensubiyet duygusundan yoksun tutanlar, tarihi köklerden gelen “Türk Kimliği”ni inkâr edeceklerdir. Dün etmişlerdi, bugün de ediyorlar, yarın da edeceklerdir.
                                                               ***

Kategori:Mithat Baş tarih araştırmalarıtarihTürk kültürü

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın