Organizmaların biyolojik yapısını her zaman hayranlıkla izlerim. Milyarlarca canlı hücreden oluşan olağanüstü yapılardır organizmalar. Bu canlı hücrelerin yaşaması için, içinde su, besin, oksijen ve koruyucu antikorların bulunduğu muhteşem bir sıvı olan kan, özel yollarla bütün vücuttaki hücrelere yayılır. Kanın dolaştığı bu yollara damar denir.
Damar, bütün canlılar için önemlidir. Bu nedenle de halk kültüründe damar hakkında çok önemli atasözleri ve deyimler türemiştir. Huysuzluğu depreşen birisi için “Yine damarı tutuldu” denir. “Damarına basmak” deyimiyle de bir kimseyi, duyarlı olduğu bir konuya olumsuz şekilde değinerek kızdırmak hedeflenmiştir. Kimi zaman çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın “damarına basarız” onu kızdırmak için. Bazen “damarına dokunmak” deyimini de aynı anlamlarda kullandığımız olur.
“Damarına girmek” ve “damarını bulmak” deyimleriyle birinin hoşuna giden şeyleri bularak onu uysallaştırmak yoluna gidilir. Kurnaz olanlar bu deyimlerin gereklerini çok sık yerine getirirler. Hele siyasette bu deyimler sıklıkla kullanılır. Maşallah siyasilerimiz halkımızın damarına girmeyi çok iyi becerirler. Sözüm meclisten dışarı kimi zaman da “ar damarını çatlatacak” kadar halkımızı kızdırıp usandırırlar. O zaman da halkımızın “damarına dokunmuş”, “damarını kabartmış” olurlar.
Damarla ilgili deyim ve atasözleri sadece bizim kültürümüze özgü değildir.
İngiliz tarihçi ve istihbarat uzmanı olan Arnold Joseph Toynbee, “İslam’ın iki önemli damarı” hakkında ilginç tespitlerde bulunur. Arnold Joseph Toynbee, 1921 yılında, Londra Üniversitesi’ndeki görevinden izin alarak “Manchester Guardian” adına Anadolu’daki Türk-Yunan savaşını yerinde izler ve Yunan birliklerinin Anadolu’da sivil halka karşı giriştiği vahşet hareketlerini bu gazetenin okurlarına aktarır. Dönüşünde, “Türkiye’de ve Yunanistan’da Batı Meselesi” adlı eserini kaleme alır. Bu kitap, Mustafa Kemal önderliğindeki Milli Türk Ordusunun Yunan kuvvetlerini bozguna uğratmalarının hemen öncesinde 1922 yılı yaz ayında yayınlanır.
Arnold Joseph Toynbee, Müslümanlığı kuzey ve güney Müslümanlığı diye iki ayrı damara ayırır. Batı Çin, Özbekistan, Türkistan, Azerbaycan ve Anadolu Müslümanlığını “Kuzey Müslümanlığı” olarak değerlendirir ve bu Müslümanlığı akılcı, antiemperyalist ve yurtsever olarak yorumlar. Endonezya, Bangladeş, Pakistan, Afganistan, Arabistan ve Kuzey Afrika ülkelerindeki Müslümanlığı ise “Güney Müslümanlığı” olarak adlandır, bunları kaderci, teslimiyetçi ve işbirlikçi olarak değerlendirir.
Güney Müslümanlığının iki önemli figürü hakkında bazı hatırlatmalarda bulunalım.
Güney Müslümanlığının önemli şahıslarından birisi Mısırlı Seyyit Kutup’tur. Seyyit Kutup Mısırda kamu hizmetlerinde bulunurken bir müddet ABD’nde kaldıktan sonra tekrar Mısır’a dönmüş ve o zamana kadar çalıştığı kamu hizmetlerinden ayrılarak Müslüman Kardeşler (İhvan-ül Müslimin) teşkilatına katılmıştır. 1954 yılında Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’a suikast girişimi nedeniyle tutuklanmıştır. 1964 yılında serbest bırakılmış, 1965 yılında Cemal Abdül Nasır’a karşı darbe girişiminde bulunduğu için tekrar tutuklanmış ve 1966 yılında idam edilmiştir.
Bilindiği gibi Cemal Abdül Nasır Mısırlı devlet adamı. Devrimci, milliyetçi, sosyalist liderdir. Mısır‘ın ikinci cumhurbaşkanıdır. Mısırda krallığa son verdikten sonra başbakan ve devlet başkanı olarak Mısır’da köklü dönüşümlere damgasını vurmuş, etkin bir dış politikayla Arap dünyasında bir önder rolü oynamıştır.
Gulbeddin Hikmetyar da bir başka Güney Müslümanlığı önderlerindendir. Eski Afganistan başbakanıdır. 1977 yılında kurulan Hizb-i İslami‘nin kurucusu ve önderidir. SSCB işgaline karşı mücadele etmiş ve SSCB nin Afganistan’dan çıkarılması sonucu kurulan Afganistan hükümetinde Başbakanlık yapmıştır. Daha sonra ise, ABD‘nin Sovyetler‘e karşı desteklediği Afgan mücahitlerinin liderliğini üstlenmiştir. Görevde olduğu 1996 yılında Kâbil’deki radyo ve televizyonlarda müzik yayınlanmasının yasaklanmasını ve bütün sinemaların kapatılmasını emretmiştir. 44 Ülkeden 35 bin cihatçı militan yetiştirdiği belirtilmektedir. Kabil’de okurken yüzü açık kızların başına kezzap atacak kadar da acımasız birisi olduğu bilinmektedir.
Arnold Joseph Toynbee’nin haklı olup olmadığını günümüzdeki İslam coğrafyasında olup bitenler açıklamaktadır.
Son günlerde sanki ülkenin başka sorunları yokmuş gibi soy tartışmaları da yapılmaya başlandı. Ülkede “Türk” kelimesinden ne kadar da gocunur olan varmış! Hayret ve ibretle izliyorum. Türk Milleti’nin varlığı bile tartışmaya açıldı. Liberal yazar Etyen Mahçupyan katıldığı televizyon programlarında zaten Türk Milleti’nin olmadığını, böyle bir milletin M. Kemal ve arkadaşları tarafından uydurulduğunu açıklamıştı. Şimdi bu görüşe başkaları da katılmış görülüyor. Hatta bir siyasetçi “Sonunda Türk olmaktan kurtulduk” diye beyanatta bulunuyor. Bir arkadaşımın “damarı kabarmış” olacak ki “Arşivlere girip sülalemi Türklükten kurtaracak bir belgeye rastlarsam yaşadım! Ermeni, Arnavut, Kürt fark etmez, Yeter ki TÜRK olmasın da…” diye ironi yaparak hayıflanıyor.
Eh ne yapacaksın? “Ak şeker kara şeker, bir damar soya çeker” demiş atalarımız. Bir milletin “değerleriyle” bu kadar oynanmaz. Bu durum pek iyiye alamet değildir. Hani “her damardan kan alınmaz” diye bir atasözümüz vardır. Boşuna söylenmemiştir her halde.
İlk Yorumu Siz Yapın