İçeriğe geç

Homo Sapiens’in Salgın Hastalıklarla Sınavı

Last updated on 22 Ocak 2024

Homo sapiens, modern insanın antropolojik adıdır. Tarihsel gelişim içinde son araştırmalara göre İlk modern insan olan Homo sapiensler, evrim teorisine göre 200.000- 300.000 yıl önce ilk insansı  atalarından evrilmişlerdir. İlk modern insanlar yaklaşık 70.000 yıl önce Afrika’yı terk etmeye başlamışlardır. Bu terk edişin ana nedeni kıtlık ve kuraklıktır. Takriben 50.000 yıl önce de dil yeteneği geliştirmişlerdir. Afrika’dan göç eden insanlar, dünyanın çeşitli coğrafyalarına yerleşmiştir.

Yukarıda belirtildiği gibi İnsanlığı göçe zorlayan en büyük iki etken kıtlık ve salgın hastalıklardır. İnsanoğlunun geçmişi bu iki büyük gerçeklikle mücadele ederek geçmiştir.

İnsanlık tarihinde en büyük can kayıpları kıtlıklar sonucu dünya nüfusunun olağanüstü derecede azalması şeklinde görülmüştür.  Bu duruma bilinen tarihin çeşitli devirlerinde sıkça rastlanılmaktadır.

Kıtlıktan sonra insanlığın en büyük düşmanı bulaşıcı hastalıklardı. Tüccar, memur ve seyyahların aralıksız akınlarıyla birbirine bağlanan şehirler her ne kadar medeniyetin beşiği olsa da, aynı zamanda hastalıkların üremesi için de en uygun ortamı oluşturuyordu. Antik dönemde Atina’da ya da ortaçağ Floransa’sında yaşayanlar, hayatlarını her an hastalanıp bir sonraki hafta ölebileceklerini düşünerek ya da aniden patlak veren bir salgının tüm ailelerini yok edebileceğini bilerek geçirirlerdi.

Kara Veba olarak da bilinen meşhur salgın, 1330’larda Doğu Asya ya da Orta Asya’nın bir bölgesinde ortaya çıkmıştı. Bu felakete bakteri taşıyan ve ısırma yoluyla bu bakteriyi insanlara bulaştıran pireler sebep olmuştu. Hastalık, sıçanlar ve pirelerden oluşan bir ordunun sırtında hızla tüm Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika’ya yayılarak yirmi yıldan kısa sürede Atlantik Okyanusu’nun kıyılarına dek ulaştı. Avrasya’nın toplam nüfusunun dörtte birinden fazlasının canına mal olmuş, 75 ila 200 milyon arasında insanı öldürmüştü. İngiltere’de vebadan önce yaklaşık 3,7 milyon olan nüfus 2,2 milyona kadar düşmüştü. Floransa’ysa 100 bin sakininin yarısını yitirmişti. Yöneticiler böylesi bir felaket karşısında elleri kolları bağlı, çaresiz kaldı. Bırakın hastaları tedavi etmeyi, salgını durdurmak için toplu dualar ve ayinler düzenlemek dışında, ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

İnsanlar modern çağa dek hastalıklardan kötü havayı, şeytanları ve kızgın tanrıları sorumlu tuttu ve bakterilerle virüslerin varlığından asla şüphelenmedi. İnsanlar melek ve perilere inanmaya hazırdırlar ama minik bir pirenin ya da tek bir damla suyun katil avcılardan bir ordu oluşturabileceğine asla ihtimal vermediler.

Kara Veba tarihteki tek ya da en kötü bulaşıcı hastalık değildi. Avrupalıların ayak basmasıyla Amerika, Avustralya ve Pasifik Adaları’nı çok daha beter salgınlar vurdu. Salgın hastalık taşıdıklarından bihaber kâşif ve göçmenler, yerli halkları daha önce hiç karşılaşmadıkları hastalıklarla tanıştırdılar ve bu hastalıklar yerel nüfusun yüzde 90’ının hayatını kaybetmesine yol açtı.

5 Mart 1520’de küçük bir İspanyol filosu Küba’dan Meksika’ya doğru yola çıktı. Gemiler, yanlarına birkaç Afrikalı köleyle beraber atlarını ve silahlarını almış 900 İspanyol askeri taşıyordu.

Kölelerden Francisco de Eguia’nın üzerindeyse çok daha ölümcül bir yük vardı. Francisco farkında olmasa da trilyonlarca hücresinin arasında biyolojik bir bomba patlamaya hazır bekliyordu:; bu çiçek virüsüydü. Meksika’ya vardığında vücudunda çoğalarak artan virüs, sonunda döküntü halinde tüm cildine yayıldı. Ateşlenen Francisco, Cempoallan kasabasında yerli bir ailenin evine bırakıldı. Hastalık evdekilere, sonra da onlar aracılığıyla tüm mahalleye bulaştı. Cempoallan on gün içinde mezarlığa dönmüştü. Kaçanlar hastalığı çevre kasabalara da yaymaya başladı. Salgın yüzünden kasabalar tek tek düşerken, dehşet içinde kaçan göçmenler hastalığı dalga dalga tüm Meksika’ya ve ötesine taşıyordu.

Yukatan Yarımadası’ndaki Mayalar Ekpetz, Uzankak ve Sojakak adındaki üç kötü tanrının geceleri köy köy dolaşıp insanları hasta ettiğine inanırdı. Aztekler, ya Tezcatlipoca ve Xipe tanrılarını suçladı. Tüm bu olanların kara büyü yapan beyaz adamın işi olduğunu düşündüler. Rahip ve doktorlara danıştılar. Onlar da dua etmek, soğuk banyo yapmak, vücudu katranla ovmak ve yaralara ezilmiş hamamböceği sürmek gibi tavsiyelerde bulundular. Kimse yaklaşmaya cesaret edemediğinden on binlerce ceset sokaklarda çürüdü.

Çoğunlukla aileler tümden yok oldu. Bu sırada yöneticiler de salgından hastalanarak ölen ailelerin evlerinin tepelerine yıkılmasını emrediyordu. Bazı yerleşimlerde nüfusun yarısı ölmüştü.

Eylül 1520’de Meksika Vadisi’ne ulaşan salgın, Ekim ayında Aztek uygarlığının 250 bin nüfuslu efsanevi başkenti Tenochtitlan’ın kapılarından sızdı. İki ay içinde Aztek İmparatoru Cuitlahuac da dâhil nüfusun en az üçte biri hayatını kaybetti. İspanyol filolarının ilk kez görüldüğü Mart 1520’de Meksika 22 milyon insana ev sahipliği yapıyordu. Aralık ayına gelindiğindeyse sadece bu insanların 14 milyonu hayattaydı. Çiçek virüsü aslında sadece ilk darbeydi.

İspanyol efendiler yerlileri sömürerek ceplerini doldurmakla meşgulken grip, kızamık ve diğer bulaşıcı hastalıklar Meksika’yı birer birer vurdu. 1580’e gelindiğinde nüfus 2 milyonun altına düşmüştü. İki yüzyıl sonra 8 Ocak 1778’de İngiliz kâşif Kaptan James CookHawaii’ye adım attı. Yarım milyon insana ev sahipliği yapan, nüfus yoğunluğu yüksek, Avrupa ve Amerika’dan soyutlanmış Hawaii Adaları, Avrupa ve Amerika’daki hastalıklara hiç maruz kalmamıştı.

Kaptan Cook ve adamları adaları grip, verem ve frengi gibi hastalıklarla tanıştırdı. Ardından gelen Avrupalılar ise tifo ve çiçek virüsünü taşıdılar. 1853’e gelindiğinde Hawaii’de yalnızca 70 bin kişi hayatta kalabilmişti.

Salgınlar 20. yüzyılda da milyonlarca insanın canını almaya devam etti. Ocak 1918’de askerler kuzey Fransa’daki siperlerinde dirençli bir grip türü olan “İspanyol gribi” yüzünden ölmeye başladı.

Cepheler dünyanın o zamana dek gördüğü en etkin tedarik ağıyla örülüydü. Britanya, ABD, Hindistan ve Avustralya’dan silah ve asker yağıyordu. Ortadoğu’dan petrol, Arjantin’den tahıl ve et, Malaya’dan kauçuk ve Kongo’dan bakır geliyordu. Karşılığında herkese İspanyol gribi bulaştı. Birkaç ay içinde dünya nüfusunun üçte biri, yani yarım milyar insan hastalığa yakalanmıştı.

Virüs Hindistan’da 15 milyon insanın canına mal olarak nüfusun yüzde 5’ini yok etti. Tahiti Adası’nın yüzde 14’ü, Samoa’nınsa yüzde 20’si yok oldu. Kongo’daki bakır madenlerindeki her beş işçiden biri hayatını kaybetti. Salgın bir yıldan kısa sürede, toplamda 50 ila 100 milyona yakın insanın canına mal oldu. Oysa 1914-1918 tarihleri arasındaki 1. Dünya Savaşı’nda 40 milyon insan ölmüştü.

Birkaç on yılda bir insan türünü vuran bu ve benzeri epidemik fırtınaların yanında insanlar her yıl milyonların ölümüne neden olan daha küçük çaplı ama daha sık baş gösteren bulaşıcı hastalık dalgalarıyla da uğraştılar. Bağışıklık geliştirememiş çocuklar özellikle daha hassas olduklarından, bu tip hastalıklar sıklıkla “çocukluk hastalıkları” olarak anılır. 20. yüzyılın başına kadar çocukların neredeyse üçte biri yetersiz beslenme ve hastalıklar sebebiyle erişkinlik çağını göremiyordu.

Ne var ki geçtiğimiz yıllarda salgınların sıklığı ve etkisi hatırı sayılır oranda azaldı. Bilhassa küresel boyutta çocuk ölümleri tüm zamanlara kıyasla en düşük seviyede, artık erişkinliğe ulaşmadan ölen çocuk sayısı yüzde 5’in altına düştü. Gelişmiş dünyadaysa bu oran yüzde 1 ‘in bile altında. 12 Bu mucizeyi aşılar, antibiyotikler ve çok daha iyi medikal altyapı sağlayan 21. yüzyıl tıbbının eşi benzeri görülmemiş başarılarına borçluyuz.

Örneğin çiçek aşısı için başlatılan küresel kampanya öyle başarılı oldu ki Dünya Sağlık Örgütü (WHO) 1979’da insanlığın kazandığını ve çiçek hastalığının kökünün kazındığını ilan etti. İnsanlar ilk defa bir salgını yeryüzünden silip atmayı başardı. 1967’de 15 milyon kişiye bulaşan, bunların da 2 milyonunu öldüren hastalıktan 2014’e gelindiğinde eser yoktu. Bu mutlak zafer bugün o kadar kesin ki artık WHO insanları çiçek hastalığına karşı aşılamayı bile durdurdu.

2002-2003’te SARS, 2005’te kuş gribi, 2009-2010’da domuz gribi ve 2014’te Ebola salgınlarında yaşandığı gibi. Ancak alınan etkin önlemler sayesinde, görece çok daha az kurban vererek bunları da atlatmayı başardık. Örneğin ilk ortaya çıktığında bir Kara Veba endişesi yaratan SARS virüsü, tüm dünyada toplamda bin kişiden daha az insanın yaşamına mal oldu.  Başta kontrolden çıkacakmış izlenimi veren Batı Afrika’daki Ebola salgını, 26 Eylül 2014’te WHO tarafından, “modern zamanlardaki en ciddi halk sağlığı durumu” olarak tanımlanmıştı.

 Buna rağmen, 2015 başında dizginlenen salgının Ocak 2016’da yine WHO tarafından ortadan kaldırıldığı ilan edildi. 30 binin üzerinde insanı etkileyen ( 11 bininin canına mal olan) ve Batı Afrika’nın tamamına büyük çapta ekonomik zarar veren Ebola, tüm dünyada kaygı yarattı ancak yine de Batı Afrika sınırlarının ötesine yayılmadı ve ölen insan sayısı İspanyol gribiyle ya da Meksika’daki çiçek salgınıyla karşılaştırılamayacak kadar azdı.

Son yılların en büyük tıbbi başarısızlığı olarak görülen AIDS trajedisi bile bir ilerleme belirtisi olarak görülebilir. 1980’lerin başında patlak verdiğinden beri 30 milyondan fazla insanı öldüren AIDS, milyonlarca insanın da fiziksel ve psikolojik sıkıntılar çekmesine neden oldu. Bu yeni salgının teşhisi ve tedavisi oldukça zordu çünkü AIDS kendine has sinsi bir hastalıktır. Çiçek virüsü kapan bir insan birkaç gün içinde hayatını kaybederken HN pozitif bir hasta haftalarca, hatta aylarca gayet sağlıklı görünebilir ve bu esnada hastalığı bilmeden başkalarına da bulaştırabilir. Ayrıca HN tek başına öldürmez.

Aksine bağışıklık sistemini çökerterek hastayı birçok başka hastalığa açık hale getirir. AIDS kurbanlarını asıl öldüren bu ikincil hastalıklardır. Sonuç olarak AIDS’in ilk yayılmaya başladığı zamanlarda hastalara neler olup bittiğini anlamak daha zordu. 1981’de New York’ta hastaneye yatırılan iki hastadan biri görünüşte zatürreden, diğeriyse kanserden hayatını kaybetmek üzereydi. İkisinin de aylar, belki de yıllar önce kaptıkları HN virüsünün kurbanları olduğuna dair ortada tek bir kanıt bile yoktu.

Tüm bu zorluklara rağmen tıp dünyasının bu gizemli yeni salgını fark etmesinden sadece iki yıl sonra bilim insanları hastalığı tanımaya, virüsün nasıl bulaştığını anlamaya ve salgını yavaşlatmak için olası yöntemler önermeye başlamıştı bile. Takip eden on yıl içinde yeni ilaçlar sayesinde bir ölüm fermanı olmaktan çıkan AIDS kronik bir hastalık haline geldi (en azından tedaviyi karşılayabilecek kadar varlıklı olanlar için).

AlDS’in 1981’de değil de 1581’de ortaya çıkmış olması durumunda olabilecekleri bir düşünün. Bırakın salgını tedavi etmeyi, büyük ihtimalle hastalığın sebeplerine, kişiden kişiye nasıl bulaştığına ve nasıl durdurulabileceğine dair öngürüsü olan tek bir kişi bile bulunamayacaktı. Söz konusu şartlar alnnda AIDS insan ırkının çok daha büyük bir kısmını yok edecek ve Kara Veba’ya benzer, hatta belki de onu katbekat aşan sonuçlar ortaya çıkacaktı.

AIDS’in yol açtığı korkunç sonuçlara ve sıtma benzeri bulaşıcı hastalıklar yüzünden her yıl ölen milyonlara rağmen, salgınlar geçtiğimiz bin yılla karşılaştırıldığında insan sağlığı için çok daha küçük bir tehdit oluşturuyor. İnsanların büyük bir kısmı bulaşıcı olmayan kanser ya da kalp hastalıkları gibi rahatsızlıklar sonucu ya da yaşlılıktan hayatını kaybediyor. Kanser ve kalp hastalıkları çağımıza özgü değildir, antik devirlerde de görülmektedir. Ne var ki geçmiş çağlarda insanlar genellikle bu hastalıklardan ölecek kadar uzun yaşamıyordu.

Birçokları bunun geçici bir zafer olduğunu ve Kara Veba’nın tanımadığımız bir akrabasının bir köşede sinsice beklediği korkusuyla yaşıyor. Salgınların tekrar artmayacağının garantisini vermek mümkün değil elbette ancak doktorlarla mikroplar arasındaki silahlanma savaşında doktorların daha hızlı ilerlediğini söylemek mümkün.

Nitekim dünya kendisini büyük bir bulaşıcı hastalığın pençesinde buldu. Dünya Sağlık Örgütü Çin Ülke Ofisi, 31 Aralık 2019 tarihinde, Çin’in Hubei eyaletinin Vuhan şehrinde, sebebi o an için bilinmeyen zatürre vakaları bildirmiş ve 5 Ocak 2020 tarihinde ise, daha önce insanlarda tespit edilmemiş yeni bir coronavirüs tanımlanmıştır.

 Başlangıçta 2019-nCoV olarak ifade edilen bu hastalık, daha sonra Covid-19 olarak adlandırılmış ve Çin’de ortaya çıktıktan sonra, üç ay gibi kısa bir süre içerisinde tüm dünyayı etkisi altına almıştır. 12 Mart 2020 itibariyle Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak ilan edilen Covid-19 salgını; fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak dünya insanlığını tehdit etmeye devam etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre; 12 Mayıs 2020 itibariyle, dünya genelindeki Covid-19 kaynaklı vaka sayısının 4 milyon 88 bin 848’e ulaştığı, ölüm sayısının ise 283 bin 153 olduğu görülmektedir.

Türkiye’de ise ilk olarak 11 Mart 2020 tarihinde görülen Covid-19 vakasından 12 Mayıs 2020 tarihine kadar geçen süre zarfında; toplam vaka sayısı 141 bin 475 iken, Covid-19 kaynaklı toplam ölüm sayısı ise 3 bin 894 olarak belirtilmektedir. Bu çalışmanın amacı; güncel veriler ve literatür ışığında, Covid-19 pandemisini genel olarak değerlendirmek ve pandemi sürecinin, dünyadaki diğer ülkelerle birlikte Türkiye’deki etkisini de dikkate alarak, çıkarımlarda bulunmaktır.

***

KAYNAKÇA

Homo Deus Yarının Kısa bir Tarihi  İstanbul 2016  (Homo Deus – A Brief History ofTomorrow )  (Türkçesi: Poyzan Nur Taneli)

BUDAK, F., & KORKMAZ, Ş. (2020). Covıd-19 Pandemi Sürecine Yönelik Genel Bir Değerlendirme: Türkiye Örneği. Sosyal Araştırmalar Ve Yönetim Dergisi(1), 62-79. https://doi.org/10.35375/sayod.738657

Kategori:Uncategorized