İçeriğe geç

Seferberlikte Bir Türk Askeri

Last updated on 27 Aralık 2022

Giriş:

Bu makalede anlatılan anıların özelliği, birebir yaşanmış olayları, bizzat yaşayan kişinin kendi ağzından anlatılmış olmasıdır. Ben sadece bazı cümle düşüklüklerini parantezlerle düzeltmeye çalıştım. Yorumlar, tamamen anlatan ve olayları yaşayan kişiye aittir. 1914–1922 yılları arasında geçen olayların köy kökenli bir asker tarafından analizinin yapılmasını çok önemli buldum. Bu nedenle de okuyucularla paylaşmak istedim. O yıllarda bile Ortadoğu bataklığı bir asker tarafından algılanabilmiş, Anadolu insanının başına ne çoraplar örüldüğü tespit edilebilmiştir.

Anadolu insanının savaş anılarında çoğu kez “Ortadoğu bataklığı” diye bu coğrafyayı anlatmasının tarihi olaylarla da ilgisi vardır. Şehitlerinin bile karnının deşilerek altın arandığı, İngiliz casuslarının kışkırtmasıyla Türk askerine her türlü hile ve zulmün helal görüldüğü bu coğrafyayı Anadolu insanı unutmamış, kuşaktan kuşağa bu trajedi nakledilmiştir. Özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında yaşanılan büyük travma halkın belleğinde kalıcı etkiler yaratmış, bu olaylar üzerine türküler yakılmış, atasözleri ve deyimler türetilmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’dan seferberlik nedeniyle silah altına alınan askerlerin evlerine dönebilme oranı % 5’tir. Bir başka anlatışla ancak yirmi kişiden birisi yıllar sonra evine dönebilmiştir. Bu durum, 20–45 yaş arası genç nüfusun askere alındığı hesaba katılırsa, bu savaşta üç kuşak gencin birden yok olması anlamına gelir. Bu gençlerin geride bıraktıkları dul ve yetimleri ile yaşlı anne ve babalarının dramını varın siz düşünün. I. Dünya Savaşı böyle bir trajedinin sahnelendiği, insanlık tarihinin en acı ve kalıcı hasarlar bırakan savaşıdır.

Bu savaşta özellikle Anadolu’dan toplanan gençler çok çeşitli cephelerde savaştılar. Başlarından her türlü musibet geçti. Yaşayabilenleri evlerine döndüklerinde yıllar sonra anne ve babalarının mezarlarıyla, hastalanmış ve bakımsızlıktan ölen çocuklarının veya kardeşlerinin ölüm haberleriyle sarsıldılar.

Çeşitli tarihlerde kaleme alınan bu anılarla ilgili yeterince edebi eserin yazıldığı veya belgesellerin yapıldığı söylenemez. Ülkemizde sadece göçler ve mübadillerle sınırlı belgesel ve diğer çalışmaların yapılması yeterli değildir. Yazarlarımızın Anadolu kökenli insanlarımızın çektiği sıkıntıları yeterince dillendirmemiş olması düşündürücüdür. Seyrek de olsa bu anılardan yararlanılarak kaleme anılan bazı romanlar ve öyküler yazıldı. Hatta bu roman ve öykülerde askerlerimizin düştüğü esir kamplarında havuzlara normalin çok üzerinde krizol maddesi atılarak askerlerin kör edildiği bile iddia edildi. Ancak bunlar belgelenemedi. Gerçi böyle bir uygulanmanın belgesinin olamayacağı da açıktır.

En iyi belge, olayları bizzat yaşayanların anlatımlarıdır. Bu konuda Ordulu bir tanığımız vardır: Perşembe’nin Mersin Köyü’nden Dervişoğullarından İzzet ve Havva çiftinin oğulları Gazi Salim İşcan.

Olaylar I. Dünya Savaşı ve onu izleyen Kurtuluş Savaşı yıllarında geçmektedir. Salim İşcan, bu tarihlerde başından geçen olayları, daha sonraları Perşembe Müftülüğü’nde çalışan İhsan Deniz’e anlatarak daktilo ettirmiştir. Bu anılar, Araştırmacı Yazar Avni İşbakan tarafından 28 sayfalık küçük bir broşür haline getirilmiştir. Günümüz kuşaklarına o yıllardaki olayların sebeplerini ve sonuçlarını birinci ağızdan anlatan bu broşürü önemsiyorum. Umarım bu tür çalışmalardan yararlanılarak tarihi bir roman çalışması da yapılır. Broşürün tarafımıza verilerek yayınlanmasını sağlayan Salim İşcan’ın kızı Rahime Türk’e teşekkür ediyorum.

Salim İşcan’ı biraz tanıyalım; İzzet ve Havva çiftinin oğulları olan Salim İşcan 1896 yılında doğmuş. 1914 yılında I. Dünya Savaşı başladığında daha 18 yaşında olduğu için seferberlikte askere alınmamış. Seferberlikte 20–45 yaş arası gençler askere alınmıştır. Seferberlikte askere alınanların Sarıkamış Harekâtı’nda büyük kayıplar vermesi sonucu devletin yeni askere ihtiyacı olmuş, 1915 yılında Osmanlı Devleti 17, 18 ve 19 yaş gruplarını da askere almaya başlamıştır. Salim İşcan da yeni askere alınan bu gruptaki gençlerdendir. Şimdi onun anlatımlarına bakalım.

                                                   ***

Askere Alınışım:

Seferberliğin ilanından on ay sonra 1312 doğumluların (askere) çağrılması ile Ordu Şubemin Davetiye Tezkeresi göndermesi üzerine 2 Mayıs 1331 (1915) yılında silah altına alındım. Niksar’ın Zara Köyü’nde bulunan 95. Alay 3. Tabur 3. Bölük emirliğine verildim. 30 Mayıs 1331 (1915)’de yine imtihanla onbaşılığa inha (tayin) edildim. 9 Ağustos 1331 (1915) tarihine kadar eğitim yaptıktan sonra Erzurum, yani Kafkas cephesine hareket ettik.

(Hareketimiz sırasında) Bölükte muhtelif hastalık baş gösterdi. Tifo ve Tifüs başta geliyordu. Erzincan’a kadar yollarda bıraktığımız erleri çalılık içine terk ediyor, böylece (hastalanıp güçsüz düşerek) yıkılıp kalanlara sahip olamıyorduk… Koyulhisar’a doğru uzanan dağda birçok erlerimiz meydanlara gelişigüzel gömülebiliyordu.

Niksar’dan hareketimizin sekizinci günü Erzincan toprak kışlasına indik. Üç gün istirahat verilmişti. Hastalarımız Erzincan Hamidiye Kışlası’na yatırıldı. Bu kışla hastane olarak kullanılıyordu. 31 Ağustos 1331 (1915)’de Erzincan’dan hareket ederek 10 Eylül 1331 (1915)’de Erzurum’a geldik. Bu müddet (içinde) hep yaya olarak yürüyorduk. Öyle garip bir manzara ki hepimiz çocuğuz. Nereye gidiyoruz? Bu ciheti düşündüğümüz yok(tu). Yalnız yorgun ve bitkin vaziyetteyiz. Hal böyleyken taburumuzun (ancak) üçte ikisi Erzurum’a girmiş bulunuyordu.

Bir müddet sonra bütün alaylar Bağdat, Van ve Kars cephelerine sevk edildiler. (Bu arada) birçok er hastalanmıştı. Ben de hastalananlar arasındaydım. Hastaneye sevk edildik. 40 gün tedavide kaldık. Ben tedaviden istifade edemediğim gibi bilakis daha çok hastalıklarla karşılaştım. İsteğim üzerine 15 gün istirahatla taburcu edildim. İstirahat hanede iken heyeti sıhhiye muayenesinde 4 ay hava değişimine 10 Kasım 1331 (1915) memleketime gönderildim. Gelirken geçeceğimiz yollarda Kop Dağı vardı. 150 kişilik tebdil havalılar (hava değişimi) grubu dağı geçerken (arkadaşlarımızın) ellisi (fırtına yüzünden) tepede boğulmuş, beni de şiddetli kar ve tipi hayvanın üzerinden birkaç defa düşürmüştü. Hayvan sahibi beni tekrar hayvanına bindirdi. Fakat düştüğümde yiyecek ve giyecek çantamı düşürmüştüm. Akşamı Kop Dağı’nın hanında geçirdim. Sabahleyin Bayburt’a girerken hepimizi karantinaya tabi tuttular. Bizi soğuk bir hana attılar. Soğuk çok, ateş yok. O gece orada nasıl kalabilirdik? Her nasılsa nöbetçiyi uyutarak hayvan sahibini de beraberimizde çıkarmak suretiyle oradan kaçtık. Dışarıda ise kar mütemadiyen yağıyor(du). Fakat bu uzun yolculuk (ancak) yürümekle tükeneceğinden (devamlı yürüdüğümüz için) soğuktan üşümeyi hissetmiyorduk. Zayıf olan erler yolun sağına soluna düşüp ölüyor(du). Bir kuş gibi o karda ve tipide ölen arkadaşlar(ımız) derhal kayboluyorlar(dı).

Bu yaşantılarım içinde temizlik yapma imkânını bulamıyordum. Akşam olduğunda bütün hastalar bir arada yattığından, (haşereler ve) hele bit hepimizde çoğalmaya başladı. Hayvan sahibi ile Gümüşhane’ye kadar geldik. Yine bizi burada karantinaya almak istedilerse de beni getiren hayvan sahibinin oralı (Gümüşhaneli) olması dolayısıyla serbest bıraktırdı beni.

Bu sefer önümüzde Zigana Dağı olduğundan Harşit Irmağı’nı takiben Ardas’a bilahare Espiye’ye indik. Bilahare Giresun’a geldik. Buradan sonra iki arkadaş kaldık.

(Yolculuk sırasında) Dizanteri hastalığına da tutulduk. O günlerde doktor yok. Köy ilaçları ile kendimi tedavi ediyordum. Altmışbeşlik anne ve babama kavuştum. Ama para yok, yiyecek ve giyecek yok. Geçim darlığı yüzünden (hasta olduğum halde) deniz seferine çıkmak mecburiyetinde kaldım ve İstanbul’a kadar gittim.                          

Karadeniz Fedaileri ve Deniz Sevkiyatı:

Bu süre içinde tebdil hava müddetim bitmek üzere iken İstanbul deniz sevkiyatında askerliğimi ifa etmek için Sirkeci deniz sevkiyatına 5 Mart 1332 (1916) tarihinde müracaat ettim ve kabul edildim.

Bir hafta sonra 150 kişi arasında, beni de harpte işgal edilen Romanya’nın Köstence limanında esir kalmış, muhtelif tebalara mahsus yelkenli yapılarla ganaim (ganimet) zahireyi İstanbul’a getirmek üzere Karadeniz fedaisi yazılmıştık. Eylül 1332 (1916)’de trenle 7 gün yedi gecede Bulgarya ve Doburga (Dobriç) Mecidiye ovalarını geçerek Köstence’ye ulaşmıştık.  Trenden indikten sonra Romanya’nın meşhur Mangayla sokağında milli kıyafetlerimizle 8 arkadaş giderken, öteden beri bizi gören bir Alman binbaşısı doğru bize geldi ve elimizi sıktı. Bize “Türk kardeş” dedi ve bizi Tatar lokantasına yemeğe davet etti. Öyle anlaşılıyordu ki (biz) Türklerin savaşta mert, cesur, fedakâr ve sabırlı, hangi cephede olursa olsun eşsiz muharebemiz Almanları hayran bırakmış, bu sayede bizleri sevgi ile karşılıyordu. Avusturya, Macar askeri ve subayları aynen bu sevgiyi bize gösteriyorlardı. Yalnız müttefikimiz Bulgar askerleri bizlere düşman gözüyle bakıyorlardı.

Milli kıyafetimiz orada yabancı milletlere çok tuhaf geldi. O kadar ki bizleri bu kıyafette gören Romanya ile diğer ecnebilerde öyle bir çekingenlik vardı. O zamanki giysimiz: aba, zıpka, sırma yelek, kafada başlık ve ayakta sepik (çarık) idi.

Köstence limanında deniz sevkiyat kumandanı Alman, İstanbul deniz sevkiyat kumandanı da Alman’dı. Köstence limanındaki yelkenli yapılardan yüz tonluk Yunan bandıralı penayı (yelkenli yük gemisi) beş arkadaş donattık. Ambarı fabrikadan buğdayla doldurduk. Ambar kapağı ispurmecit mumu ile kapatılarak mühürlendi. Bir müddet orada hava bozuk olduğundan mütevellit (dolayı) kalmak mecburiyeti hâsıl oldu. İstanbul’a hareket edilecekti. O sırada Köstence’nin Müslüman tatar camisine Bulgarlar kendi bandırasını asmış(tı). Bunu gören bizim Türk erleri bandıraya silah atmak suretiyle oradan düşürdüler. Orada her iki taraf birbiriyle çarpışmaya başladı. Birçok Bulgar erleri öldürülmüştü…

20 Kasım 1232 (1916) günü Köstence Limanından 15 yelkenli yapı, en küçüğü biz(imki), en büyüğü 400 tonluk olmak üzere römorkörle boğazdan dışarıya çıkarıldık. O an hava (rüzgâr) tam hızıyla yıldızdan esiyordu. 15 yapı, kar ve fırtınadan birbirimizi kaybettik. Denizin üzeri sade beyaz köpük halinde gidiyorduk. Dümende kendim bulunuyordum… Beş tayfadan iki arkadaş vazife görebiliyoruz. Üç arkadaşımızdan istifade edemiyoruz. Çünkü onları deniz tamamen sersem etmişti. Bu vaziyet karşısında nöbetleşerek birbirimizi değiştiriyorduk. Yalnız harita, pusula üzerine (bakarak) Romanya’nın Mangalıya Burnu’nu gündüz geçtiğimiz için 8 mil Varna’dan açık geçtiğimizi tahmin ediyorduk.

Fırtına ve kar o kadar bizi bunaltmıştı ki, yapının altımızda bir tahta parçası kadar kıymeti kalmamıştı. Bu vaziyet karşısında azgın dalgalar yapının içinde patlıyordu. Dümenden beni ayırmıştı… Arkadaşım Laz oğlu Fikri dümeni teslim aldı. Velhasıl fırtına devam etmekte, boşalmış serseri mayın ve torpiller içinde Türkiye’ye, yani İğneada Limanı’na girmiştik. Çünkü askeri kaydımız Karadeniz fedaisi idi.

15 yapıdan 300 tonluk Yeşildirek mayına çarpmış, 15 yapı kurtulmuştuk…1 Şubat 1333 (1917) günü tekrar Köstence’ye hareket etmemiz emrediliyor(du). Hava (rüzgâr) Gündoğdu idi. Rüzgârın yıldıza dönmesi ile Bulgaristan’ın Varna limanına Bulgar muhribi bizi (römorkörüne) bağlayarak götürdü. Bu sefer de Bulgarların bize yapmış olduğu samimiyet son derece (iyi) idi. 

15 günde Köstence’ye varmış bulunuyorduk. 1 Mart 1333 (1917) günü yine buğday yükleyerek Türkiye’ye hareket ettik. Varna içine yalı düşmüş idik. Bizi gören Bulgar muhribi yanaştı. Varna’nın Zeytinburnu istikametine kadar (bizi) refakatinde götürdü. Mayın tarlasından kurtulduk. 2 Nisan 1333 (1917)’de İstanbul’a yine İğneada Limanı’ndan römorköre bağlı olarak yollandık. Rumeli fenerini geçerken Rus uçakları tarafından bombalanıyorduk. Bizler de her yapıda birer tüfekle kendimizi müdafaa ediyorduk. (Fakat) tesir yapamıyorduk. Bu sıkışık durum karşısında İstanbul Boğazı’nın tam akıntısında römorkörler bizleri korkusundan çözüp terk ettiler. Boğazın akıntısı bizleri mayın tarlasına götürüyordu. Bu durum karşısında Anadolu Kavağı’ndan römorkörlere topla ateş ediliyor, tekrar bizi bağlaması ihtar ediliyordu. Dönerek bizi bağlamak zorunda kaldılar. İstanbul Umur Leri’nden ve Yıldız’dan taarruza geçen uçak ve zeplin, yapıları tehlikeden kurtarmış iken Rus uçaklarını (da) bir müddet kovalamıştı. Fırsattan istifade ederek römorkörler süratini (hızını) verdi ve doğruca Sirkeci’ye, ertesi günü de köprünün açılmasıyla Ayvansaray Un Fabrikası’na yükümüzü boşalttık. Deniz sevkiyatı kumandanı biz fedailere istirahat vermişti. 5 Temmuz 1333 (1917) tarihine kadar Romanya’nın ganaim zahiresine son verilmiştir. Almanya, Avusturya, Macar ve Bulgarya karadan trenle, Türkiye hem trenle hem de denizden yelkenli yapılarla gemi ile zahireyi çekmekle bitirmişlerdi.

Bu suretle geçici Karadeniz-Romanya sevkiyatımıza son verildi. Sultan Ahmet Cami o zaman askeri sevkiyat hane olarak kullanılıyordu. Ben de orduya kara askeri olarak gönderilmek üzere verilmiştim. 8 Temmuz 1333 (1917)’de Kadıköy’de istirahatta bulunan Galiçya cephesinden gelmiş 50 fırkanın 157. Alay 3. Tabur 12. makineli Tüfek Bölüğü’ne verildim.

Suriye ve Irak Cephesi Günleri:

11 Temmuz 1333 (1917) tarihinde Kadıköy İstasyonu’nda trene bindirilerek Irak’ta bulunan Ali İhsan Paşa Kolordusu’na imdada gideceğimiz şayiası (söylentisi) vardı. Aynı gün trenle hareket ettik. Bilecik, Eskişehir, Afyonkarahisar ve Konya’yı da geçerek Tarsus’a indirildik. Trende vagonların kapıları kapalı vaziyette yollandığımızdan her nasılsa erler arasında hastalık belirmeye başladı. Çünkü askere serbestlik gösterildiği zaman trenden atlayıp kaçıyorlardı. Hastalığı önlemek için sağ ve sol göğsümüzden bir iğne aşısı ve aynı zamanda kolumuzdan bir de çiçek aşısı olduğunu tahmin ediyorum, aşı yapılmıştı.

O zaman Bozantı İstasyonu’nda tren yolu yeni yapılmaya başlamıştı. Bundan dolayı yolumuza yaya olarak devam ediyor ve Gâvur Dağını ve Osmaniye’yi geçerek Halep’e varmış bulunuyoruz. 15 gün Halep’te eğitim yaptıktan sonra alayımız Irak Nehri (Fırat) kenarında karantina beklemek emrini almış ve trenle hareket etmiştik. Nehrin kenarı eğilmiş, portatif çadırlar toprak içine gömdürülmüştü. Kum fırtınası başladı. Hiçbir er birbirini tanımaz hale geldi. Erlerimizi hastalıktan kurtarmak için uğraşırken daha ziyade hastalık baş gösterdi. Kum fırtınasından ve nehrin rutubetinden erlerimiz dizanteriye tutuldular. 1 Ekim 1333 (1917)’ye kadar karantina bekleyen alayımız, o tarihte kayıklara bindirilerek Irak yani Bağdat istikametine, nehrin akıntısına uyarak gidiyorduk. Kendim dizanteri hastalığına tutulmuştum. 10 gün nehrin akıntısına gidilmiş. Birçok hastalar Dirzor ve Salhiya hastanesine yatırılmış idik. Hastanenin doktorları ve hemşireleri Ermeni idi. bize hizmet eden dâhiliye servisi hasta bakıcı kadının ismi Hanım idi. Yine başhemşire Ermeni Civar hanım idi ve Doktor Binbaşı Abram isminde bir Ermeni idi. Hemşire kadınlar Tokatlı olduklarından bize tam bir hemşerilik muamelesi yaptılar. Beni hizmette daha fazla gözetiyorlardı. Hele hemşire Ermeni Hanım isimli yaşlı kadın bana tam bir evlat muamelesi yapmış ve daima şefkat göstermişti. “Doktor Ermeni Abram’ın verdiği ilaçları içme” diyordu. (Bana) dışarıdan gizli ilaç getiriyordu.

Bu vaziyet karşısında ne yapabilirdik? Gücümüz yetmiyor, çünkü kendimize malik değildik. Devlet Ermenilerin zararlı unsur haline gelenlerinin bir kısmını sürgün ve bir kısmını ise ne yaptıklarını bilmiyorum. Bu sürgüne kadınları da dâhil olup, Suriye’ye sevk edilmişlerdi. Doktor ve kadınları hastanelere vermişler ve (onlar) hizmet görüyorlardı.

Bir gün gayet zayıf ve tanınacak halde değildim. Bulunduğum dâhiliye servisinde koma halinde ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Yatmakta olduğum bu koğuşta 40 adet karyola mevcut idi. her karyolada da hasta yatmaktadır. Günün birinde ayılmışım. İçeriye sabah güneşi doğmuş bir halde iken, yanımda (bulunan) hemşire Hanım’ı gözü yaşlı gördüm.  Karyoladan yere düşmüş bir Ermeni yerde yatıyordu. Kulaklarım işitiyor, söylemeye takatim yoktu. İşaretle hastabakıcı hanıma sordum: “Bu kadar karyola boş, hastalar nereye gitti?” (Hanım cevap verdi:) “Evet gördün ya yerdeki yatanla sen kaldın. Seni de hemşerim dedim ben kurtardım. Diğer hastalar bu gece yarı canlı toprağa verildi.” …

Bu hastaneden (hastalığın bulaşmaması için) kıtalara tedavi edilmiş bir asker (dahi) sevk edilmiyordu. (Hastane) beni de altı ay hava değişimine yazmıştı. Nasıl olur da yola çıkabilirdim? Gidecek olduğum yollarda asi bedevi aşiretler vardı. Daha doğrusu (yollar) tehlikeli idi. Hastanede ayak tedavisinde kalmak istedim. Bu hastanede 8 ay 15 gün kaldığım müddet içinde çeşitli hastalıklarla karşılaştım. Yine de ileri hatta bulunan kıtama gönderilmemi de istiyordum. 2 Haziran 1334 (1918)’de hastaneden çıkara sevkiyat efradı (fertleri) ile (birlikte) cepheye sevk edildim.

Çeşme, Salhiye, Rakka, Ebu Kemal, Elkaim noktalarını geçerek Ane Kasabası’na varmış bulunuyorduk. Ane’de teşekkül eden Ana Fırat Grubu 24. Alays1. Tabur 2. Bölüğüne verilmiştim.

Bir gün havalar gayet sıcak, hararet kaç derece bilmiyorum. Hurma ağaçlarının altında, kolsuz pamuklu gömlek ile yemek yiyorduk. Karavanacı da bendim. Ane kasabasının içi bundan evvel topların nehre atılmış mermileriyle doluydu. Bir top mermisi patladığı duyuldu. Hemen askeri silah başına (çağırdılar), karavanayı da döküp nehirden su alıp cephane deposunu söndürmeye gidecektik deniyordu. Bu telaşta iken jandarma dairesi cami, mektep, hükümet binası ve meydanı, 15’lik top mermileriyle dolu cephanelik nasıl olmuşsa infilak etmiş, tek tek patlarken bu defa hepsi birden tutuştu ve patlayanı da patlamayanı da (bu infilak nedeniyle) havaya yükselmişti… İnfilak mahallinde hiçbir bina ve enkazı dahi kalmamış, yer ile yeksan (yerle bir) olmuştu. Asker ve ahaliden 500’ü mütecaviz (aşkın) ölü ve yaralı vardı. Bilahare (daha sonra) taburumuz ileri hatta bulunan Nehiye noktasına hareket etmiştik. Gayri resmi olarak mütareke söylentileri de vardı ortada. (Mondros Mütarekesi) Ekim 1334 (1918)’de bulunduğumuz cepheyi düşmana yani İngilizlere terk ederek ricata (geri çekilme) başladık. “Anadolu’ya gidiyoruz” deniliyordu.

10 Ekim 1334 (1918) tarihinde Nehiye noktasından hareketimiz başladı. Ane, Elkaim, Ebu Kemal ve Rakka’ya kadar ve (buranın) Semiye semtinde 15 ila 20 mezarlıktan ibaret olan türbelerin içerisinde 1 Kasım günü öğle üzeri 30 dakika istirahat emri verilmişti. Bu geldiğimiz yollarda hiç istirahatsız gelindiğinden istirahat için oturduğumuz mezarların arasında yıkılmış kalmıştık. İstirahattan sonra da kayıkla grubumuz Rakka’ya nakil edilecekti. Bir taraftan bu nakil işi başlamıştı. Düşman hem uçakla ve hem de zırhlı otomobille bizleri takip ediyordu. Bundan başka bedeviler fırsat buldukça hastalanmış ve geride kalmış erlerimizi öldürüp karınlarından para aradıkları, (onlardan) kurtulup gelen arkadaşlarımızdan öğrenilmiştir…

Sonunda Rakka’ya gelmiştik. İki gün Rakka’da istirahat edecektik. Fakat bu sefer de başımıza, yani yorgun ve bitkin olan grubumuza bedevi aşiretler bela olmuştu. Telebyaz İstasyonu’na kadar gideceğimiz yollarda bu aşiretler vardı. 3 Kasım 1334 (1918)’de aşiret reisinden gelen haber şöyleydi: “Top ve makineli tüfeğinizi bize teslim edin. Ancak ondan sonra geçebilirsiniz. Teslim etmedikçe geçemezsiniz. Dört tarafınız sargıdadır. Aşiret Reisi Haçim”.

(Bu durum) bizleri emrivaki karşısında bırakıyordu. Tabiî ki böyle emir dinlenemez ve lazım gelen tertibat bizim için zaruri olmuş ve de alınmıştır. 24 Kasım 1334 (1918) günü hareket eden grup 5 saat yürüyüşe devam etmiş bulunuyordu. Grubumuzu gafil avlamak isteyen aşiret mensupları “lülü lülü” diye kendilerine mahsus haberleşme sesleri ile bize doğru geliyorlardı. Hecin deve ve atlı süvarileri intizamsız bir vaziyette bizleri abluka etmeye çalışıyorlardı. Askeri eğitime hakkıyla vakıf olan, savaştan savaşa koşan ve modern orduları perişan etmesini bilen yorgun ve bitkin biz askerler hemen cephesini almış top ve makineli tüfek indirilmiş, toplarımız ateş etmekte, makineli tüfek(ler) sağı solu tarıyordu. Piyade tüfeğimiz (bile) patlamadan (bedeviler) top ve makineli tüfek atışları sonunda dayanamayarak geri dönmek zorunda kalmışlar, ölü ve yaralılarına bile bakamamışlardı. Savaş meydanı at ve hecin (devesi) leşleriyle dolmuştu. Sağlam kalan hayvanlara da el koymuştuk.

Bizleri aşiret gazvesine (savaşına) benzeten ve üzerimize saldıran bedevilere bu darbe nihayet terbiye vermiş ve çok ganaim (ganimet, mal eşya vs.) elde edilmiştir.

İki gün sonra Telebyaz kışlası önüne gelmiş bulunuyorduk.

Mondros Mütarekesi ve Urfa Müdafaası:

Bu kadar müddet yolda yürüyen ve çarpışan bu yorgun erlere istirahat verilmesi gerekirdi. Fakat Halep ve Musul muvasilesini (ulaşımını) kesen Fırat Nehri üzerinde Cereblos köprüsünü Hicaz askeri (Hicaz Şerifi askeri) işgal etmişti. (Bunlar, İngilizlerle işbirliği içindeydiler.) 28 Kasım 1334 (1918) tarihinde Hicaz askeri üzerine (onları etkisiz hale getirmek için) hareket emrini alan taburumuz Gargeiş istikametine doğru sokulurken bizleri uzaktan tarassut eden (gözleyen) Hicaz askeri köprüyü geçerek Halep’e hareket etmiş ve birçok mühimmatı (askeri malzeme) da bırakarak kaçmışlardı. Cereblos köprüsünü (savaşı bırakarak) karşıya geçmemiz için Diyarbakır’da bulunan Ali İhsan Paşa emrediyordu.

Bir gün sonra Halep’te bulunan İngiliz kuvveti 50 kadar Hintli askeri ile (yanımıza geldi). Başlarında bir önyüzbaşı ve yarbay ile bir de albay vardı. (Albay) trenden iner inmez tercümanlarına kaşlarını çatarak sert bir tavırla bakıyordu. Meğer “Top ve makineli tüfenginizi bırakıp durmayın, çekilin” diyorlardı bize. Tabur kumandanımız İzzet Bey (önyüzbaşı) çok cesur ve cidden harp için yaratılmış bir insandı. Karşısında galip kuvvetten ne kadar çok asker olursa olsun yılmazdı. Ne çare ki, talih ve harp boynumuzu büküyordu. Çünkü mağlup durumda idik. Böyle feci bir emrivaki karşısında kalınca erlerin aslan kesildiğini ve başka bir renk aldığını bilen kumandanımız İzzet Bey, erleri baştan aşağı süzüyor ve İngiliz tercümanın sözlerini hiç kaale (ciddiye) almıyordu.

Zaten biz erler beş fişeği hazneye indirmiş hazır vaziyette bekliyoruz. Şayet sert (bir) eda ve konuşma tekerrür etseydi dakika geçmez İngiliz kumandan ve maiyetindeki erlere silahları boşaltırdık. Kumandanımız İzzet Bey, “Paşa ile görüşmedikçe ve çekil emrini almadıkça gerilemeyeceğini” İngiliz tercümana söyledi. Hemen telefona koştu. Bu sefer de biz erler kumandanımızın bir an meşguliyetini fırsat bilip kavga çıkarmak için İngiliz kumandan ve erlerine sokuluyor, sürtünüyor ve tokuyorduk. Haliyle çıngar (olay, kavga) çıkarmaktı maksadımız. Ben telefon başındaydım. Bir ara bütün hatlar açıldı. İzzet Bey heyecandan telefon başında titriyor ve Ali İhsan Paşa ile görüşmek için paşayı telefona çağırıyordu. Bizzat görüşeceğini söylüyordu. Ali İhsan Paşa’nın telefon başına gelmesiyle tabur kumandanımız İzzet Bey şöyle diyordu: “Halep’ten trenle gelen bir İngiliz önyüzbaşı, bir yarbay, bir albay ve 50 Hintli askerle birlikte geldiler. Top ve makineli tüfeğini bırakarak buradan çekilin diyorlar. Bu durumda emirlerinizi bekliyorum. Ali İhsan Paşa, “Piyade tüfeğine müdahale etmiyorsa çekilmeniz lazımdır” diyordu. Şimdi büyük savaşta mağlup olduğumuzu daha iyi anlamıştık. Bu emir üzerine top ve makineliyi ve zahireyi terk ederek Şiftek istasyonuna doğru harekete geçtik.

Arap pınarı ve Harapnas istasyonuna gelmiştik. Böyle istasyona çekildikçe İngilizler ile tekrar harp ilan edileceği ve mütareke ahkâmına (şartlarına) riayet edilmeyeceği her erin göğsünde kabaran bir galeyan vesilesi olmuştu. Bu sefer tehlikeyi önlemek, vaziyeti yakından takip etmek ve şimendifer hattını bozmak için bizzat Diyarbakır’dan Ali İhsan Paşa gelmişti. Kendi bölüğüm olan 2. bölüğü ileri hatta tayin etmişti…

Müttefik devletler ile Osmanlı Devleti arasında bir antlaşma imzalanmıştı. (Mondros Mütarekesi) Türkiye’yi ağır şartlara bağlamış, helak ve harabiyeye (yıkıma) sevk etmiş ve perişan etmişti. Bu hal Türklerin kalbinde acı bir yer etmiş, Avrupa devletlerine karşı muhasamat (hasımlık, düşmanlık) içimizden silinmez olmuştu. Hal böyle iken Türkiye’nin muhtelif yerlerinde şakiler kafa kaldırmış, telefon hatları bozulmuş idi. velhasıl intizam diye bir şey kalmamıştı. Bununla da kalmıyorduk. Bir taraftan Avrupa devletleri yani müttefik devletler yapılan anlaşmayı icra etmek için Türkiye’yi taksime çalışıyorlardı. Bu malumatı yüzbaşım Fethi Bey’den istihbar (haber alma) ettim.

Bu milletlerin (yurdumuzun birçok yerinde) karakolları vardı. Artık Türk Milleti müttefik devletler nazarında canlanamaz bir haldeydi. Hakikaten Türk Milleti, yani Anadolu başsız, kendi haline kalmış ve bu hal bir müddet devam etmişti. Fakat vakit buldukça ve zaman geçtikçe (terhis olmayan) askerimiz canlanıyordu. Yine de İngilizler Irak’ı, Fransızlar Suriye’yi, Yunanlılar, İtalyanlar ve Amerika kendilerince birçok yerleri teslim alıyor, taksimatları ile uğraşıyorlardı. İşgal edilen ülkemizi biz Türklere teslim için, İşgal kuvvetlerine karşı mücadeleye hazır(lanmak için), 25 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal adında bir zatın ortaya çıktığını (ilk defa) burada işitmiştik.

Urfa’nın İşgali: Urfa işgal kumandanı Miralay Sacor isminde bir Fransız kumandanıydı. Askeri kuvveti pek çoktu. (Kumandanlarımız bizi terhis etmemişti). Türkiye’nin her tarafında Türk Milleti uyandırılmış, Milli teşkilat başlamıştı. Taburumuzun kumandanı İzzet Bey, “Arap İzzet” namı altında milli askerin reisi olarak Urfa’ya gönderilmişti. O zaman taburumuz Resulayn istasyonunda bulunuyordu. Fransız kuvvetini, milli kuvvetimiz Tılfıtır Hastanesine çekilmeye mecbur etmiş, Kuvayı milliyemize dayanamayarak (Fransızlar) hastaneyi tabya, yani kale haline getirmişlerdi…(Sonunda) işgal kuvvetleri kumandanı yetmiş deve ve bir jandarma kuvveti verilirse Urfa’yı tahliye edeceğini belirmişti. İstekleri yerine getirilmiş fakat diğer milli kuvvetler ve sivil halkın yollarını kesmeleri sonunda Miralay Sacor kumandasındaki Fransız kuvvetleri şebeke yolu ve köprüsünde tamamen imha edilmişti. Bunun üzerine Urfa’da türküler yakılmıştı:

URFA MİLLİ ŞARKISI

Atma Sacor atma pişman olursun

Şebeke düzünde kurban olursun

De yürü İzzet Bey’im yürü

Askerin gidiyor, dönmüyor geri

 

Çekin kır atımı binem üstüne

Beşli mavzerimi alam destime

De yürü İzzet Bey’im yürü

Askerin gidiyor, dönmüyor geri

 

Şebeke düzünde tabya kazıldı

Sarı mağara önünde kökü kazındı

De yürü İzzet Bey’im yürü

Askerin gidiyor dönmüyor geri

 

Tılfıdır hastane karşıma karşı

Kâfir Fransız’ın bomba atışı

De yürü İzzet Beyi’im yürü

Askerin şahlanmış dönmüyor geri.

 

    Urfa’nın 31 Nisan 1336 (1920)’de tahliyesi üzerine Alem-i İslam’da ve bilhassa Urfa’da bir şenlik ve serbestlik, sevinç başlamıştı. Urfa’da inzibat çavuşu olarak kalmıştım.

    İbrahim Peygamberin Urfa’da mucizesi vardır. Doğduğu beşik, mağarada su üzerinde muallâkta (havada) durmakta ve nemrut tarafından ateşe atıldığı yer halen ziyaret halindedir. Atıldığı mahalde su belirmiş, balıklarını kimse tutamıyor ve yiyemiyordu.

Viranşehir İsyanı ve Antep Müdafaası:

Viranşehir’de hükümete isyan eden Kürt aşireti, İbrahim Paşa’nın mahdumu Mahmut Bey üzerine 14 Haziran 1336 (1920)’de 24. Alay ile iki batarya top, bir bölük süvari takibe memur edilmişti. 18 Haziran gününe kadar takip edilmiş ise de elde edilememiş, Mahmut Bey ve beraberindekiler hükümete itaat edeceklerini elçi vasıtasıyla söz vermiş ve alayımızla birlikte yine cepheye hareket etmiştik. Bizim için durma dinlenme yoktu. Çünkü bu vatan bizden sonsuz vazifeşinaslık bekliyor(du). Milli çizdiği hududu (Misakı Milli) elde ettirmedikçe silah(ı) elden bıraktırmıyordu. Nihayet Fransızların birçok (yerle birlikte) kansız işgal ettiği Şiftek istasyonu ve Birecik Kazası’nı tahliye ettirmişti(k). (Fransızlar) Cereblos’u tahliye etmediğinden, ani olarak (oraya) yıldırım taarruzu yapıldı. 7 vagon yiyecek ve giyecek eşya iştinam (ganimet) edilmişti. Düşman ağır zayiatla Akçakoyun İstasyonu’na çekilmek zorunda kalmış ve Halep’te karışıklık baş göstermiş olduğu birçok kaynaklardan haber alınmıştır.

Urfa, Suruç, Birecik, Şiftek ve Cereblos harekâtını başaran ve düşmanı Halep ve Ayıntep’e (Antep) kadar kovalayan alayımıza Birecik’te istirahat verilmesi emredildi. Fakat Ayıntep ahalisi Fransız kıtasının muhasarasından sıkışmış ve bizden yardım bekliyordu. Bu sefer istirahat etmeksizin Ayıntep’e yardıma koşuyor ve Su Boğazı denilen mevkie kadar ilerlemiştik. Kuvayı Milliye ve asker birlikte Dülük Baba ve Han Baba semtlerinde taarruz edilmiş ise de, düşmanın kuvveti bize nispeten (oranla) çok fazla idi. (Alayımız) Fransızlara karşı tekrar yapılan yağma hareketi ile Fransız muhasara kuvvetini dağıtmış, içeriden müdafaa eden Ak Şefik ve Arslan Bey kumandasındaki asker ve ahaliye yiyecek, erzak vs. vermişti.

Bu sefer de toplanan düşman bize karşı taarruza geçmiş, bizi abluka etmeye çalışıyordu. Müdafaa neticesi bir türlü ilerleyemiyor(du). 4 yaralı er ve 4 hayvan zayiatımız vardı. Fransızlar, Ayınteplileri kandırmak için tayyarelerle (uçaklarla) beyanname yağdırıyor(du). Esen rüzgâr bütün beyannameleri havadan inerken bizim askerin üzerine indirmişti. Fransa’nın attığı beyanname aynen şöyleydi: “Düveli müttefika ile  (Müttefik devletler) Devlet-i Osmaniye beyninde (arasında) akdolunan sulh muahedenamesinin ahkâmına tevfikan Kilis, Rumkale, Ayıntep, Urfa, Mardin, Birecik, Suruç Fransa’nın himayesi altına geçmiştir. Fransa büyük millettir. Kavi, mert ve hayrı havahtır. Fransa kendi kuvveti ile mecbur kalırsa sulh ahitnamesinin ahkâm ve şeraitine riayet etmeyen şehir ve kasabaları cebren daire-i itaat ve inkıyadına alacak ve kendisini bu azim ve kararından hiçbir fert men ve tevkif edemeyecektir. Asiler er geç arz ve itaate mecburdurlar. Fransa kendi himayesi ve mandası altına giren bilumum ahalinin emniyet ve hürriyeti şahsiyetlerine tekeffül (kefil olur) eder. Ve aileye, din ve mezhebine ve adet-i mahalliyeye katiyen tecavüz etmez. Ayıntep şehri Fransa’nın kontrolü altında kema fissabik mıntıkanın memurini mahalliyesi (mahalli memurlar) tarafından idare olunacaktır. Fransa’nın, (Antep) ahalisinin refahını(n) ve memleketin saadetinden başka bir gayesi yoktur. Ayıntepliler vatanperver kisvesiyle yürütülen entrikacılar size sebat ve mukavemeti tavsiye etmekle cümlenizi helak ve harabiye (yok olmaya) sürüklüyorlar. Bunlar, Devlet-i Osmaniye’yi Almanların tarafında, harbi umumiyeye sürüklemekle Türkiye’yi tahrip ve perişan ettiler… Gözünüzü açınız. Merhametle adaletin hangi tarafta olduğunu görünüz. Ve sizleri gittikçe harabiye ve belki de ölüme sevk eden şu fena âdemlerden kendinizi tahlis ediniz. Geliniz arz-ı itaat ediniz. Fransa sizi merdane kabule amadedir. Ancak bu suretle muazzez ailenizle birlikte müsterihane yaşayabileceksiniz. Mukaddes yurdunuz üzerine ölüm ve yıkım saçan bombardımanlara Fransa kıtaatı askeriyesini mecbur etmeyiniz. Fransa’nın bu ihtiratına inkıyat ve mütavaat (uyarılarına boyun eğme) gösteriniz. 28 Ağustos 1336 (1920)”

Bu beyannameye karşı Ayıntepliler daha fazla şiddet göstermişlerdi. Fırkamız, 30–31 Ağustos 1336 (1920)’de Ayıntep’in sol cenahı olan Arıl Köyü ve Balıklaya istikametine çekilmişti. Taburumuzun iaşe nakline memur edilmiştim. Fırsat buldukça savaş meydanında her erin ekmek ve yemeğini tevdi (verecektim) edecektim. Fırkamız düşmanla çarpışıyor(du). Erzakı ileriye nakletmek mümkün değil iken Ballıkaya’nın Cadın Köyü’ne kadar sokulmuş ve taburla irtibat tesis etmiştim. 15 dakika sonra ağdan külli (büyük) kuvvetle yüklenen düşmana müdafi bir vaziyette çekilmek mecburiyeti hasıl olmuştu. Balıklaya gerilerine çekilmem için taburumdan emir verilmiş ise de Ballıkaya7ya geçmek için düşman süvarisine esir olmak tehlikesi vardı. Sağ cenahta 3. taburun devamlı top atışından istifade ederek geriye çekilebiliyordum. Fakat iaşe ve mühimmat kaçırılmaması için düşman daima topla ateş ediyor (fakat) bir türlü bulduramıyordu. Bu sefer de düşmanın makineli tüfek ateşine tutulmuştum. Arazinin dalgalı olmasından istifade ederek çukurluğun uzaması (bize) çok yardım ediyor(du). Hararet de (sıcaklık) çoktu. 5 saat sonra Sinan Köyü’nü geçerek giderken düşman süvarileri gözüküyor, önüme dolaşmak ve beni esir etmek istiyor, soldan takip ediyorlardı. Beni esir etmek bir şey değildi. Çünkü su neden nesne yok, hararetten mekkâre (su ve yük taşıma) erleri ve benim ağzımız açılmaz (olmuş) ve dudaklarımız yapışmıştı. Türk süvarilerinin eline böyle bir fırsat düşmüş olsa dakika geçirmez esir ederlerdi. Fransızların ne kadar çekingen oldukları burada anlaşılmış ve kabul edilmişti… Geri çekilen kıtaatımızın İbrahim şehir köyündeki iaşe zabiti Cemil Efendi’ye erzakı teslim etmemiz emrediliyordu. Gideceğimiz yolda su yoktu. Batal Köyü’ne girerken sıcaklığın şiddetinden bunalmıştım. Köyün yaşlı kadınlarından birinden bir testi su ele geçirebildim. Yanımdaki erler ile suyu nöbetleşe içtikçe vücudumuzdan çıkıyor(du). Birkaçımız da baygınlık geçirmiştik. Bir müddet sonra yine sıcaklık ve ter içinde erzak teslim edilmesi vazifesine başlamıştık. Düşman durmadan dinlenmeden ağır toplarla bombardıman ediyor, kıtamız Birecik’e kadar çekilmek mecburiyetinde kalıyordu. Bu savaşta kuvvetimiz her hususta noksanlaşmış bulunmaktaydı.

10 Eylül 1336 (1920)’de Cereblos tarafında depo alayı teşekkül edilecek ve kıtalarımız tam kuvvetle düşmana saldıracak hale getirilecekti. Çünkü az bir kuvvet bizleri ricata (geri çekilme) mecbur ediyordu. Düşman kuvvetine muadil (eşit) kuvvetimiz olsa onlara göz açtırmıyorduk. (Buna rağmen) az bir kuvvetle Fransız ordusunu sarsıyor ve Ayıntep’te muhasarada bulunan Ali Şefik ve Arslan Bey kumandasındaki kuvvetimiz de (bizden) istifade ediyordu.

25 Eylül 1336 (1920) günü askerin erzak ve teçhizat tevzii (dağıtımı) ile uğraşıyordum. Öğle üzeri idi. idrar beni pek fazla sıkıştırmış idi. Bulunduğum istasyon binasından uzaklaştım. Bir kenara oturur oturmaz gayet yüksekten bir tayyare sesi (işittim). Ama kuş gibi gözüküyor(du). Hemen sesi kesildi. Meğer pike yapmış. Beni bir telaştır aldı. Üzerimde asker elbisesi olduğundan beni sezmişti. İş işten geçmişti. Bombalar uzaklara düşmeye başladı. Hemen aklıma askerin bulunduğu binaya gitmeyeyim, aksi halde askerin imhasına sebep olurum diye geldi. (ben) tayyareye karşı nasıl korunurum diye düşünürken, doğan tavuk alır gibi tayyare süzüldü. Arka tarafımdan bombaları dizmeye başladı. Geçti tekrar döndü. Bu sefer önümden geliyor. Bu vaziyet karşısında beni arkadan ve önümden kaçıncı dolaşmasıydı bilemiyorum. Bombalardan korunmak için sağa kaç yat, sola kaç yat, kalk. Yalnız (bereket versin) makineliye (atışına) tutmamıştı. Atılan bombalardan bir yara almamıştım. (Bu arada) pantolonumun tamamı bacağımdan çıkmıştı. En son bombanın 5 metre kadar yakınıma düşmesiyle arazinin de kumlu olması ve beni kum bürümesi, haliyle işime yaramıştı. (Sonunda)  tayyare beni ölmüş zannetmeli ki Cereplas köprüsü tarafına doğru uçarak gözden kayboldu. Kum içinden kalktım. Baktım 50 metre geride kalan pantolonumu bulup giydim. Koşa koşa bölüğüme girdim. Beni çok iyi bilen Tabur Kumandanı İzzet Bey: “Çok iyi düşündün, düşmanın bombardımanından değil (bölüğe doğru koşsaydın) kendi mermimizle şehit olacaktın” diyordu. Ve beni bağrına basıyordu. Beni kovalamadan istifade edemeyen düşman tayyaresine askerin nerede olduğunu anlattırmamıştım. Tabur kumandanı bunu bir yararlık gösterdiğimi sayarak inhamı yazmıştı. 1 Ekim 1336 (1920) tarihinde Çavuşluğa nasb (terfi) ve tayin edildim.    

Suriye Akçakoyun Savaşı ve Antep’in İşgali:

Düşmanın Akçakoyun İstasyonu’ndan Ayıntep’e nakliyat yaptıran seyyar kuvveti(nin) üzerine 15–16 Kasım l336 (1920) gecesi ani bir saldırış yapılmıştır. Milli kuvvetlerimizle beraber iki fırkaya yakın kuvvetimiz vardı. Düşman gittikçe kuvvetini takviye ediyor, yıldırım gibi saldıran Türk askeri düşmana göz açtırmıyordu. Ve (düşmanı) ricata mecbur etmişti. Pek fazla sıkışan düşman1. Tabur üzerine külli kuvveti ile saldırmış, oradan yaracak ve kaçacaktı. Düşmanın umumi kuvvetini çektiğini anlayan kumandanlarımız onun ne tarafa yükleneceğini anlıyor ve o tarafa taarruzu şiddetlendiriyorlardı. Takviyesiz kalan 1. taburumuz üzerine yüklenerek kuvvetini kurtaran düşman çekti gitti. Fakat düşmandan ölü ve yaralı hesapsızdı. Yalnız bizim 5 zabit ve 10 neferin şehit olduğu öğrenilmişti. Bu istasyondan Ayıntep’e mühimmat nakli yaptırmamak ve (düşmanın) kuvve-i maneviye sini kırmak maksadındaydık. Fransızların kuvveti bize karşı çok faik olduğu halde, Türk askeri vatan ve millet için seve seve düşmanla çarpışıyor ve düşmanın korkak olduğunu her er (bu çarpışmalar sonunda) anlamış ve biliyordu…

44 milyon (nüfusa sahip) kocaman Fransız hükümeti Suriye dağlarında bir avuç Türk askerini elde edemediği gibi bazen yıldırım ve bazen de yıpratma suretiyle karşılaşıyor(du). (Fransızlar) çok asker ve mühimmat da kaybetmişti. Düşmanın Halep’ten (yeni) kuvvet getirdiği, bizleri ablukaya çalıştığı keşfedilmişti.

25 Kasım 1336(1920)’de düşman tayyare ve külli kuvveti ile taarruza geçmiş bulunuyor(du). Kuvvetlerimizin bir kısmı müdafaada, diğer kısmı da çekiliyor(du). Çünkü tutunacak bir hat yokken bizleri esir ettirecek Fırat Nehri de gerimizi kesmiş bulunuyordu. Birecik ve Şıhbekir geçidinden karşıya geçmemiz lazımdı. Müdafi bir vaziyette Fırat’ı geçerek Birecik gerilerine (çekilmiş) ve Yeşiltepe’yi tutmuştuk. Daima düşmanın geleceği Nizip tarafı tarassut ediliyordu. Ve düşman da gözüküyordu. Top hedefine kadar sokulan düşmana süratli top ateşi açılmıştı. Düşmanın iki bombardıman tayyaresi üzerimize bombalar yağdırıyor(du). Aşiret süvarileri talim terbiyesiz olarak harbe iştirak ettiklerinden kendilerine siper bulamıyor ve yaralanıyorlardı.

Müdafaada, Fırat Nehri aşırı olduğundan makineli piyademiz ateş açmamıştı. Kendim şosenin menfezini siper etmiştim. Birçok yaralılara bu seferde sıhhiye vazifesini yapıyordum. Çünkü bizimle beraber Birecikli köylü çocukları ve aşiretler de harbe iştirak etmiş ve yara almışlardı.

Topçularımızın mahir nişancılarından birinin mermisi düşmanın sahra topunun namlusundan girmiş, gerisini dağıtmış ve (düşmanın) nömrü (topçu) neferlerini imha etmişti. Bunu müteakip aynı bataryanın topunu bırakıp kaçtığı görülmüştü. Bu fırsatı kaçırmamak için en seri şekilde Fırat’ı karşıya geçerek intizamsız ricat eden (kaçan) düşmanı takip ediyorduk. 9 Aralık 1336 (1920)’da düşman Ayıntep’in istihkâmlarına girmiş ve bizler de Büyük Savcılı Köyü’nü tutmuştuk. Ayıntep’in Dülük Baba sırtlarından düşmana şiddetli top ve makineli ateşi açılmış ve piyademiz de sokumluktaydı. İki gün iki gece durma dinlenme yok, devam eden çetin bombardımanlara Fransızların şaşkın bir vaziyette (mevzilerini) müdafaa ettikleri görülüyordu. Çünkü Ayıntep’in içinde Arslan Bey ve Ali Şefik Bey kumandasındaki kuvvet(ler) de müdafaa ediyor(lardı). Harp, hem içerden hem de dışarıdan oluyordu. Ayıntep’in içinde Harb-i Umumiden evvel Koliç isminde ecnebiler okulu inşa edilmiş ve mütarekeden sonra burayı harpsiz işgal eden Fransızlar bu okulu kale haline getirmiş(lerdi). (Burası) Koliç Kalesi namını almıştı. Bizim tarafımızdan atılan topların mermisi bu okulu heder etmiş, bir tarafından yıkarak içine mermi düşmesi sonucu içerde infilak eden gaz ve benzin depolarının patlamasıyla durumu anlamıştık. 6 saat (bu) yangının devam ettiği görülmüştü. Maalesef kışın şiddetinden taarruzlar (gereği gibi) yapılamıyor, düşmanın dinlenip toparlanmasına imkân verilmiş oluyordu. Yine de bu fırsatı vermemek için bir metre kar içinde her gece (kuvvetlerimiz tarafından) bomba taarruzu yapılıyordu.

Bu sefer de düşman Halep’ten trenle Akçakoyun istasyonuna asker ve yiyecek, giyecek ile mühimmat getirdiği ve oradan Ayıntep’e nakil yapılacağı haber alınmıştı. 5. fırka, 10. fırka ve Kılıç Ali kuvveti de iştirak edeceğine nazaran, günlerce yapılan manevradan anlaşılmakta, yapacak olduğu nakliyatın birinci konak mahalli İkizkuyu’da çevirmek ve imha etmek fikri, alınan tertibattan anlaşılıyor(du). Bu mevki de bize bir günlük mesafede idi.

14 Ocak 1337 (1921)’e kadar durmadan çarpışan biz Türkler manevra ile bir günlük mesafeyi kat edecektik. Batal, Mizan ve Uruş köylerine giderek İkizkuyu mevkiine iki saatlik mesafe kalmış idi. oradan düşmanın gelip gelmeyeceği keşfediliyordu. Her nedense geri çekilmemiz icap etmiş, malum ya harp bir hiledir. Ferdası (ertesi) günü 17–18 Ocak gecesi sabaha beş saat kala İkizkuyu tepeleri (tarafımızdan) işgal altına alınmıştır.

Piyade ve makineli mevziye yerleştirilmiş, aralık mesafesi alınmış, geceden lazım gelen tertibat verilmişti. İkizkuyu ismi üzerinde balıkçıların balığı gugula soktukları gibi bir gugul halini almış bir abluka (şekli) idi. harp sahası gayet düz ve geniş (bir) meydanlık idi. hava sıcak, kıble rüzgârı esiyordu. Kendim de takımı idare ediyordum. Her er beşer adımlık aralıklarla mesafesini almış ve baş siperini yapmıştı. Yere yatmış, silah elde bekliyorduk. Saat alaturka gündüzün altısı idi. düşmanın seyyar kuvveti gözüküyordu. Düşman da hiç kimseden korkusu yokmuş gibi (aslında bizim bir tuzağımız olan) aheste aheste gugula sokuluyor ve giriyordu. Bu vaziyeti gören her erin göğsünde zafer güneşi doğuyordu. Çünkü içeri giren düşman çıkamayacaktı. Şu dakikalar içinde göğsümüzde ne kadar heyecan yükselmiş ve sabırsızlıklar belirmişti. Düşmanın dörtte üçü içeri girmiş bulunuyordu. Artık daha durulamazdı. Harp başladı. Saat tam alaturka 8 idi. topçularımız süratli ateşe ve makineli tüfeklerle ileri geri taramaya başladı. Piyadelerimiz kademe kademe sıçramalar yapıyor ve düşmana sokuluyorduk. Düşman top ve makinelisini indirip cephe alıncaya kadar kendilerini müdafaaya çalışıyorlardı. Esasen düşmanın top ve makinelisini topçularımız şaşırtmıştı. (Düşmanın ateşi) ne tarafa atacağından haberi yoktu. Şaşırmışlardı.

Tayyareleri ile saldırmaya başladılar. Bomba yağdırıyorlardı. Aman Allah’ım! Harp tam hızını ve şiddetini almış, o harp meydanı top ve tayyare bombası ve makineli uğultusu ve çatırtısından karışmıştı. Piyademiz bir fişek atabiliyordu. Karşımızda 24 fişek atan otomatik vardı. Yine durmadan takımlarımız tüfek boyunda sürüne sürüne ilerliyorlardı. Tam karşımdaki düşmanın otomatik tüfek başı vurulmuş, mermisinin beni tutmadığından (vurulduğu) anlaşılmıştı. Çünkü düşmana iyice sokulmuştuk. Topu bizi tutmuyordu. Solumdaki Kırklarelili bir neferle yan yana sokulduk. Meğer (düşmanın) tüfek çavuşu vurulduktan sonra topçu neferleri de silah başına geçememiş, kaçmışlardı. Otomatiği teslim aldık. Bu sefer de süngü tak emri verildi. Aman Ya Rabbim! O ovayı Allah Allah! Sedaları inletiyor ve düşmanın müdafaası şöyle dursun elinde nesi varsa bırakıp kaçıyordu. Kendi lisanlarınca “Teslim, Teslim!” diye bağırıyorlardı. Türk erlerinin göğsü dağlar kadar olmuş, düşman (onlara) pire kadar gözükmüyordu. Çünkü zafer bizimdi. Düşmanın bir kısmı silahı atıp kaçıyor, bir kısmı da ellerini kaldırıp teslim oluyorlardı. (Bazı) düşman askerlerinin Faslı olduğu teslim alınışından (sonra) belli olmuştu… Düşmandan çok büyük mühimmat ve ganaim (ganimet) elde edildi. (Ele geçirdiğimiz) silahın haddi hesabı yoktu. Hemen her erimizin bir makineli tüfeği olmuştu. Bu galibiyetimizle Akçakoyun muharebesinin intikamını fazlasıyla almıştık. Kurtulan düşmanın Ayıntep’e kaçtığı öğrenilmişti. 

Ve yine Ayıntep’e büyük bir saldırış bizim tarafımızdan yapılacağı söyleniyordu. Asker daima manevrada, hiç de istirahatımız yoktu.

7 Şubat 1337 (1921)’e kadar devam eden bu muharebe çok çetin olmuştur. Ayıntep’in içinde bulunan kumandanlar çıkarılmış ve Ayıntep şehri boşaltılmıştır. 8–9 Şubat 1337 (1921) ‘de Ayıntep (Fransızlar tarafından) işgale uğramıştı(r).

Suriye Cephesinden Sakarya Cephesine:

7 Haziran 1337 (1921) gününe tesadüf eden Ramazan bayramı münasebetiyle yorgun askeri şenlendirmek ve morallerini takviye etmek için oyunlar tertiplendi. Malum ya bitmez tükenmez savaşlara dalmış olan çileli biz erlerin (bu tür oyunlar) yorgun ve durgun ruhunu asla duygulandırmıyor(du). Binaenaleyh, o derece yorgunuz ki bu bitkinlikte bayram ve eğlenceden neşe alamıyorduk…

Yunanlıların Anadolu’daki harekâtı bizce malum değildi. Yalnız Suriye harekâtına nihayet verilmiş ve Fransızlarla münferit bir anlaşma yapılacağı söylentisi de vardı.

Harp esnasında Ankara’da intişar eden (yayınlanan) ve elime geçen gazeteden öğrendiğim bilgiye göre Yunanlıların aracılık talebini öğrenmiş bulunuyordum. Gazetenin yazdığına göre Yunanlılar, İzmir’in müşterek bir murakabe-i devliye (devletlerin ortak kontrolü)  altında muhtariyeti (özerkliği) ve adalarla Trakya üzerindeki hukukun ipkası (kalması) şartıyla Anadolu’nun tahliyesine razı olduğu baş makalesinde yazıyordu… Yunanlılar için evvel ve ahir yapılacak bir şey varsa o da ne (İngilizlerin) tavassutu ne de ötekinin berikinin kapısını çalmaktı. (Onların yapacağı iş) tehlikeli bir mecrada ısrar edip Yunanistan’ın büsbütün felaketini hazırlamak değil, İzmir ve Trakya’yı Türklere terk ederek doğrudan doğruya uyuşmaktı. Hakikaten bu hususta Türk Milleti’nin ahd-ı misakı (kesin söz ve kararı) vardı. Devleti Osmaniye ile Düvel-i Müttefika (ittifak devletleri) arasında yapılan muahede (anlaşma) suya düşmekte idi.

Ayıntep muharebesine nihayet verdikten sonra Maraş bölgesine çekilmiştik. Fransızlarla mütareke yapıldığı şayiaları kuvveti idi. 1 Ağustos 1337 (1921)’de Garp Cephesi’ndeki ordularımızın imdadına yetişmek ve ana vatandan düşmanı çıkarmak için yaya olarak hareket edilmişti. Bütün teçhizat üzerimizde Maraş’tan yollanarak (yol çıkarak) Hamam köprüsü, Ceyhan ve kelebek istasyonunda 10 Ağustos 1337 (1921)’de trene bindirilmiştik. Bucak, Acıkırı, Çiftehanlı, Ulukışla, Ereğli, karaman, Konya, Meydan ve Sarayönü istasyonlarından geçerek 15 Ağustosta Akşehir istasyonunda indirilmiştik. Hiç istirahat etmeden Sakarya istikametine doğru hareket ettik.

18 Ağustos’a kadar düşmandan bir eser gözükmemişti. 19 Ağustos 1337 (1921) düşman, yani Yunan tayyareleri bizi takip ediyor(du). Ordularımız durmadan hakim tepeleri tahkim ediyor ve cephesini alıyordu. Tepeli köyde bulunan fırkamızı düşman tayyareleri bombardıman ediyor, sadece top ve makinelilerimiz müdafaa ediyordu. Düşmanın piyade ve topçu kıtaatı Haymana ovasına doğru külli (büyük) kuvvetle ilerlediği ve yakınlaştığı görülüyor(du). Kafkas ve Suriye cephelerinden gelen kuvvetler de cephe almaya çalıştığı (için) bizim fırkamız da 1. Kolordu emrine verilmişti. 20 Ağustos 1337  (1921) günü Kafkas fırkaları bizim sağ cenahımızı tutuyor ve 21–22 günü nihayetine kadar tepelen tahkim edilmiş(ti). (Bu arada) düşman tayyareleri de durmadan bombardımana devam ediyordu.

Suriye’den gelen bizim 5. fırkamız da Mangaltepe denilen hakim tepeyi tutmuştu. Sol gerimizde Katranca sırtları vardı. 23 Ağustos günü Mangaltepe üzerinde muharip erlerin tayininin tevzii (dağıtımı) ile uğraşıyordum. 1. Kolordu kumandanı İzzettin Bey, düşmanı tarassut ediyor ve gözüktüğünü söylüyordu. Hava da gayet açık ve durgun idi. saat alaturka gündüzün yedisi idi. düşmanın ağır toplarının mermisi gelmeye başladı. 8.30’da havada fırtına yapacak bir eser yok iken, hikmeti Hüda, şiddetli fırtına başlamış, evvela toz duman, müteakip çamurlu yağmur ve sert rüzgârlı dolu tam hızıyla devam ediyordu. Hem muharebe, hem de fırtına ile mücadele ediyorduk. Bize dehşetli bombardıman göz açtırmadığı gibi, fırtınadan hiç aman bulamıyorduk. Çünkü fırtına düşmanın peşinden, bizim önümüzden geldiği için düşman değil, fırtına bizim geri çekilmemize sebep oluyordu. Kıtamız, Katranca sırtlarını tutmuş, tepeler fırtınalı havadan, top ve makineli ile piyade ateşinden gözükmüyordu. 25 Ağustos günü nihayetine kadar düşmandan ve bizden ilerleme kaydedilmedi. Yunanlıların şiddetli taarruzunun gevşediği görüldü. Yunanlılar burada çok asker ve mühimmat kaybetmişti.

28 Ağustos 1337 (1921) günü nöbetçi bölük emini olduğum için askerin silahsızlarına silah ve cephane, ekmek ve yemeğini istihkâmına kadar götürmek icap ediyor(du). Düşman da durmadan erzak ve mühimmat getirilmemesi için ağır toplarla gerimizi bombalıyordu. Çuvallarda ekmek, kazanlarda yemek, 12 hayvan yüklü silah ve cephane olduğu halde (düşmanın) top atışlarının altında ilerleyerek istihkâmdaki asker ve zabıtanın ekmek ve yemeğini tevzi etmeye muvaffak olmuştum. Asker ve zabıtan üç gündür açtılar. Zabıtanın sefer taslarını bizzat kendim ellerimle veriyordum. Tabur kumandanımız Kolağası İzzet Bey beni yanına çağırarak, bu fedakârlığın ecri (ödülü) olarak “Elyak (en layık) olduğunuz için harp sonunda muvazzaf zabit vekilliğine inhanız için söz veriyorum” demiş ve kapalı bir zarfla Tabur kâtibine durumu yazıyla bildirmişti. Yine kıtamız Çataltepe istikametine çekilmeye çalışıyordu.

Bu çetin muharebede harp sırasında Tabur kumandanımız İzzet Bey’e şarapnel parçası sol tarafından isabet etmiş, bu yılmaz, cesur ve fedakâr kumandan şehit olarak yüce Mevla’sına kavuşmuştur…6-7 Eylül günü bölüğümüze verilen ve çetin harpte noksanlaşan askerlerin yerini doldurmak için yeni erler verilmişti. Harbe iştirak etmeyen hizmetçi, seyis ve diğerlerinin silahlarını küçük ve büyük ağırlıklarda ne varsa silahsız askere verilmek üzere beni tayin etmişlerdi. Adı geçen silahları 10 Eylül gününe kadar mevcut ederek cepheye götürüyordum…

Taburumun yemek, ekmek, silah ve cephanesini hayvandan yıkar yıkmaz, şehit olan askerlerin silahlarını toplayıp silahsızlara vermek vazifesini de yapıyordum.

Sakarya’nın son gecesini taşıyan 11–12 Eylül 1337 (1921)’de düşman çok asker kaybetmişti. Bu gecede Türk askerlerinin şiddetli taarruzuna dayanamayarak münhezime (yenilerek) umum cepheden çekiliyordu. 15 Eylül akşamına kadar mağlup yunanlıları Sakarya’ya (nehrine) doldurmak için durmadan geceli gündüzlü kovalıyorduk. Sakarya üzerinden geçen demiryolu köprüyü berhava etmiş ve biz de Basra köyünü tutmuştuk. Burada 5. fırkamızın mülga (kaldırılmış) olduğunu öğreniyorduk. Alayımız 23. fırka emrine verilmiş, cephane, silah ve eşyasını da mazbata mukabilinde teslim etmek üzere beni memur ettiler. Teslim bittikten sonra yeni teşekkül eden depo tabur yazıcısı olarak, yine Basra köyüne gelmem emrediliyordu. Basra köyü 200 haneyi aşkın bir köydü.

Fakat mağlup Yunanlılar ricatlarında bu köyü yakmış, taş yığını olarak bırakmıştı. Üç Müslüman kadını da çıplak olarak balık istifi yatırmış, üç kıranlı süngüsünü kadınların göbeğinden saplamış ve yakıp kaçmışlardı. Kadın oldukları saçlarından belliydi ve saçları (her nasılsa) yanmamıştı. Aynı köyde erkek veya kadın olduğu belli olmayan bir kişiyi daha yakmışlardı.

Bu feci zulmü irtikâp eden, hain ve mağlup Yunanlılara karşılık zulüm cezasını Yüce Mevla’m bize göstermeyecek miydi? Öyle feci bir zulmün hasmı ve bu cezanın icrasını Türk ordusuna bırakmasını ordumuz namına Ulu Allah’ımdan niyaz ederim.

Berhava edilen beylik köprüyü tamir için 4 Ekim 1337 (1921) nihayetine kadar fevkalade kuvvet sarf edilmiş ve üzerinden tren geçirilmiş idi. düşman da ikinci hatta yani Afyon’ çekilmişti.

Başkumandanlık Muharebesi ve Düşmanın kovulması:

23 Nisan 1338 (1922) Misakı Milli (TBMM kuruluşu) Bayramının ikinci sene-i devriyesi İshaklı kasabasında şenlik ve sevinçle kutlanmıştı.

2 Mayıs 1331 (1915) askere yeni silâhaltına girişimden bu güne kadar geride bıraktığı aile efradımdan doğru dürüst bir malumat alamadığım gibi, hiçbir tanıdık arkadaşa da rastlayamıyordum. Böyle bitmez ve tükenmez muharebenin acaba nihayeti gelecek midir? Bu da düşünülüyordu. Yine de iman ve kazanacağımıza güvenimiz tamdı. Sakarya zaferinden bugüne kadar hiç durmadan manevradan manevraya koşun ordularımız tam manasıyla çelikleşmiş, Sakarya’daki gibi derme çatma değil, modern bir ordu kurulmuştu.

2 Temmuz 1338 (1922)’de 1. Kolordumuz(un) Akarı köyüne hareket etmesi, yani umumi mıntıkaya hareket etmesinden bir harbe başlanacağı umulmakta idi.

1. kolordu 20–21 Ağustos 1338 (1922) gece(si) saat yedide cepheye hareket etmiş bulunuyordu. Gündüz hayvanların üzerinde yeşil yaprak vs. gibi şeylerle örtülü (idi), tabi asker de aynı şekilde idi. gece yürüyüşüne çok ehemmiyet veriliyor(du). Gündüz o kadar (ehemmiyetli) değildi. Bu şekilde Tınaztepe gerilerine (kadar) sokulmuştuk. Muhasip mesullük de Tınaz eteğindeki Aynaoğlu Hasan Çavuş, nam-ı diğeri Kömürtepe’yi tutmuştuk. Yunan tayyareleri çok yüksekten keşif yapıyor, Türk ordusunun bu hakim tepeye sokulduğunu bir türlü anlayamıyordu. 25–26 Ağustos sabaha karşı Tınaz Tepe’de düşmanı gafil avlayarak yıldırım gibi saldıran Türk ordusu yedi kat tel örgüsünü müthiş top ateşi ile ve piyadelerimiz de bir kısmını makasla kesmiş, istihkâmın içindeki Yunan askerlerini bastırmış ve imha etmişti. Bu yıldırım taarruzun önünü alamayan ve bir çare bulamayan Yunanlılar, derhal ricata başlamışlardı. 3. fırkanın cephesi olan Sinan tepe ve daha büyük hakim tepelerden üç büyük tepe alınmıştı. (Düşmanlarca) “Bu tepeleri Türkler yedi sene de alabilirlerse 7 gün sayarız” denilmişti. Vatanı için ölüm nedir? Hatır ve hayaline getirmeyen cesur, gayur (gayretli) ve fedakâr muharip Türk ordusu yedi saat değil, bir iki saat içinde düşmanı tarumar ve hakim tepeleri de zapt etmişlerdi. Tabi umum cephelerde ilerleme olduğu gibi, (muharebe) Sandıklı ve Afyon arasında tam hızıyla devam ediyordu.

Sakarya Meydan Muharebesi ile Başkumandan Muharebesinin başlangıcı arasında tam bir sene üç gün fasıla vardır. Bu fasılada Türk ordusu tam manasıyla kendisini toplamış ve modernleşmişti. Yunanlılar(ın) askerlik çağına gelmeyen Türk çocuklarını istihkâm eştirmekte olduğu alınan esirler meyanında görülmekte idi. 27 Ağustos günü saat yedide umum cephelerden ordular ağırlığıyla beraber ilerlemeye başlamış, biz de Kırca Arslanlı köyünü tutmuştuk. Köyün içinde (Yunanlılar) otomobille çektikleri 15,5 luk bataryasını bırakmış, (Yunanlılardan) mühim miktarda cephane, makineli, otomatik ve çok sayıda esir alınmıştır.

28 Ağustos 1338 (1922)’de kolordumuz düşmanı takip ediyor, zalim ve mağlup Yunanlılar rezil ve perişan bir halde Sinan Nahiyesi’nin Düzağaç ve daha birçok köylerini teslim ederek Dumlupınar’a doğru çekiliyor(lar)dı. 29 Ağustos günü alessabah (sabaha karşı) düşmanın dört bombardıman tayyaresi bomba atmaya başlamış ise de müdafaa eden topçumuz(un) ateşinden tahammülleri tükenen düşman, gerisi(n) geriye çekilmişti.

30 Ağustos 1338 (1922) bugün Başkumandan: “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” demişti. Yine aynı gün Dumlupınar’a girmiş bulunuyorduk. Burada (Yunanlılar) büyük tayyaresini yakmış ve kaldıramamışlardı. Aynı gün hareket etmiş bulunuyorduk. Üç fırka birden türbe Tepe’den inerken, düşman ağır bataryalarını kaçıramayarak Murat Dağı’na doğru kaçıyor(du). Çünkü sağı Kütahya’da sarılmış ve solu Banaz Ovası’na düşen (düşman) Afyon’un batısındaki bu dağda kurtulurum sanıyordu. Dağın yakın karşısında muntazam fırkalarımızı Oturaklı istasyonuna inmekte ve kendisi ile çarpışan düşmana toplarıyla karşı koyuyordu. Piyadelerimiz top ateşinden kendisini kurtarmış ve düşmana sokulmuştu. Düşmanın bu dağda Türk ordusunun pençesinden kurtulamayacağını anlayan iki Yunan topçu miralayı birbirlerinin ağzına tabanca sıkarak intihar etmişlerdi. Bu intihar (olayını) esir edilen efson (fistanlı) Yunan askerlerinden istihbar (haber almak) etmiştim.

31 Ağustos 1338 (1922)’de büyük rütbeli kumandan ve zabitlerden müteşekkil ve hesabı belli olmayacak kadar çok (düşman) esir edilmişlerdi. Bu esirler meyanında Yunan Başkumandanı Trikopis’in de olduğu söylenmekteydi. Ve dağda hiç Yunan askeri kaçamayıp umumiyetle esir edildiler. Oturaklı istasyonu binaları üsera (esirler) garnizonu (gibi) olmuş, bu istasyona gelinceye kadar hiçbir köylüye rastlayamamıştık. Meğer köylü kendisini kurtaracak ve düşman uğramayacak sığınak ve mağaralara saklanmışlardı.

Bugün Oturaklı köylüleri sırf asker hesabına yemek ve ekmek pişirmekte ve askerlerin çantalarına ekmek doldurmakta idiler. (Gerçi) askerlerin ekmeğe ihtiyaçları yoktu. Buna rağmen onlar bu isteklerinde ısrar edip durdular.

Diğer yandan Yunan askerleri perişan bir halde kaçıyor, hiç uyku ve istirahatları olmuyordu. Alınan esirler yol kenarlarında kendinden geçmiş bir halde uyukluyorlardı. Düşman tayyareleri arada bir bomba atsalar bile isabet ettiremiyorlardı. 1–2 Eylül günü kolordunun 1. fırkası düşmanı takip ediyor ve ağır ağır Uşak kasabasına girilmekte idi.

O güzelim Uşak’ı Yunan askerleri ateşlemiş, (kasaba) bir taraftan yanmakta idi. Türk askerlerini üç senedir görmeyen, Yunan zulmünden bezgin halde kurtulan kasabanın yürümekten aciz pir-i ihtiyar, erkek ve kadınları koltuklarında evlat ve torunları ile beraber (asker önüne) gelmekte ve şöyle demekteydiler: “Askerlerimizin elinden, yüzünden öpemezsem, geçtikleri yerleri ve ayaklarının altını öpeceğim.” Yine yürekleri kan ağlayan genç kız ve gelinler: “Biz hemşirelerinizi yeni dünyaya getirmiş oluyorsunuz” diyorlardı. Hal böyle iken kolordumuza 800’e yakın nefer ve 62 zabit esir getirilmişti. Türk köylerine zarar ve ziyan veren, Uşak’taki yangını çıkaranların da bu esirlerin içinde olduğu söyleniyordu.

Uşak’tan hareket eden fırkalarımız seri bir surette düşmanı takip ediyor, bütün geçtiğimiz yollarda olduğu gibi burada da pınarlıklarda uyurken Yunan fistanlı askerlerini buluyor ve cezaları görülüyor idi. 5–6 Eylül’de ordularımız tam hızı ile düşmanı takip ediyor ve düşman da perişan halde kaçıyordu.

7 Eylül sabahı Ahmetli Nahiyesi’ne girmiş bulunuyoruz. Nahiyenin dörtte üçü yanmıştı. Saat altıda Turgutlu kasabasında ve yangını söndürmek üzere bir bölük bırakılmıştı.

Turgutlu’daki telsiz, telgraftaki hemşerim Ordulu İsmail’den malumatım olan şayialar şöyleydi: Yunanlılar İngilizler vasıtasıyla ve telsiz telgraf muhaberesinde mütareke yapılmasını ve esirin mecmuunu (tamamını) istiyormuş. Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin verdiği cevabın şöyle olduğunu istihbar (haber almak) ettim: “Yunan ordusu karşımda yoktur ki mütareke yapayım. Bendeniz İzmir’e giriyorum. Ordularımla henüz irtibatım yoktur. Esirin mecmuunu (toplam sayısını) bilmiyorum. Yalnız misak-ı millinin çizdiği hududu elde edinceye kadar harekât-ı harbiyem devam edecektir.” Diyor.

İngilizler buna karşı şöyle vaat ediyormuş: “Bila şart ile kayıt sulha teşebbüs ettiğimiz gibi, boğazlara taarruz edilmemek şartıyla Trakya’yı da tahliye ettireceğim” diyordu.

9 Eylül 1339 (1922) günü saat yedide Nif kasabasına girilmişti. Kolordunun süvari alayı, Akdeniz önünü kesmiş ve (düşmanın) kacak yeri olmadığından evvela süvarimize, müteakiben de topçu ve piyadelerimize, külli kuvvetle Akdeniz kıyılarında şaşkın ve perakende halinde teslim olmuşlardı. Keza İzmir körfezinde içinde duba ve mavnalara yüklü Rum ve Ermeniler esir alınmıştı. İzmir’e iki saat mesafeden muzaffer 1. Kolordu ve fırkaların bando musikisi Sakarya marşı çalmakta, bütün asker de yüksek sesle söylemekte, şan ve şerefle ve askerin nihayeti gelmez bir şekilde İzmir’i doğru giriyorduk… Yolun sağını ve solunu Yunan zulüm ve işkencesinden henüz kurtulmuş ihtiyar erkek ve kadınlar, fedakâr askerlerimizi görelim ve sevelim diye gelmekte (idiler). O genç kız ve gelinler, asker kardeşlerimizi çok şükür gördük diye seviniyorlar ve üzerlerimize çiçek serpiyorlardı… Allah’ımıza şükür ve dua ediyorduk…

İzmir Ahenk Gazetesi’nin başmakalesinde şunu naklediyor:  Şam’da Şeyh Bedrettin-i Hüsnü Efendi rüyasında kendisini Hazreti Nebi önünde görür. Şeyhin kabulü için Fahri Âlem efendimiz mübarek sol elini uzatır. Bundan müteessir olan Şeyh: “Ya Resulallah! Sol elinize mukabil sağ elinizi öpmeme müsaade buyrulmasını istirham ederim” derse de Peygamberimiz efendimiz: “Sağ elimi Mustafa Kemal Paşa’ya uzattım. Onu size uzatmama imkân yoktur” diye buyurmuştur. Tarih 26 Şubat 1339 (1923)

27 Şubat 1339 (1923)’de İngiliz, Fransız, İtalya ve Amerika harp sefineleri (gemiler) birbirini takiben (İzmir’den) çekilmişlerdi. Kafkas Fatihi Kazım Karabekir Paşa riyasetinde İzmir’de inikat eden (toplanan) Türkiye İktisat Konferansı 4 Mart 1339 (1923) tarihinde nihayete ermiştir.

14 Haziran 1339 (1923)’de terhis vesikamı İzmir’den aldım. Ve trene bindirildik. Bandırma’dan Akdeniz vapuru ile memleketime geldim.

                                        *** 

 

 

Kategori:Erzurum Kongresikongrelerkuva-i milliyeMithat Baş tarih araştırmalarıorduordu tarihiOsmanlısarıkamışsavaşşehitlerimiz

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın