Günümüzde tarihçilerimizin ve din bilginlerimizin üzerinde önemle durmaları gereken bir soru vardır; Osmanlı devleti tebasının çoğunluğu Türk ve Hanefi mezhebinden olmasına rağmen, neden Osmanlılar kendileri gibi Türk kökenli olan ve Türkistan’daki soydaşlarının mensubu olduğu itikat mezhebi Maturidiliği arka plana iterek bir Arap yorumu olan Eş’ariliğe daha fazla önem vermişler ve hatta halkı bu yöne yönlendirmişlerdir? Bu kırılma ne zaman başlamıştır? Bu konu üzerinde durmak ve tarihimizi etkileyen, sonuçları günümüze kadar yansıyan birçok olayın sebepleri üzerinde düşünme ve tespitlerde bulunma zamanıdır.
Maturidiliğin, batı Türklerince neden genel tercih görmediğini dini anlamda yorumlamak, uzmanlık alanım olmadığı için bu konularda hüküm yürütmek benim işim değildir. Ancak belirtmek istediğim, araştırılması arzu edildiğinde Maturidilik ile Eş’arilik ekolleri arasındaki önemli farkları gösteren binlerce kaynağa ulaşabileceğimizdir.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Maturidilik ve Eş’rilik ekolleri arasındaki farklılıklara neden olan bu iki büyük kişiliğin tarihi kimliklerini ve savundukları fikirleri kısaca gözden geçirmekte yarar vardır.
Türkler, İslam dinini kabul ettikten sonra birkaç yüzyıl içinde o dinin yegâne savunucuları konumuna gelmişlerdir. Bu sadece askeri alanda gerçekleşmemiş dini, astronomi, tıp, matematik, kimya ve diğer bilim dallarında da birçok araştırmalar, incelemeler yapmış büyük buluşlara imza atarak insanlık tarihinin gelişmesine katkıda bulunan eserler vermişlerdir. İslamiyet’in hızla yayılarak, geniş bir coğrafya üzerindeki milletlere ulaşması mevcut itikat ve amel mecburiyetinin getirdiği koşulların oluşturduğu farkları gidermek konusunda çalışmalar yapmayı zorunlu kılmıştır. Bunun başlıca sebebi İslamiyet’in, artık Arap sosyokültürel etki alanından çıkarak, farklı sosyokültürel ortamlarda yaşama ve Arap dünyasındakinden farklı sosyokültürel algılara da cevap verebilecek olma mecburiyetidir.
İslam dininde mezhepler itikadi ve ameli mezhepler olmak üzere iki grupta incelenir.
İtikadi mezheplerin bazılarını Mu’tezile, Cebriye, Kaderiye, Maturidilik, Eş’arilik ve Selefilik olarak belirtmek mümkündür.
Bunlardan Sünni olarak adlandırılan (Maturudilik, Eş’arilik ve Selefilik) mezheplere bağlı ameli mezhepler de ortaya çıkmıştır. (Hanefilik, Şafilik, Hanbelilik ve Malikilik) bu mezhepler, İslam dünyasında Sünni olarak ifade edilen nüfusun tamamına yakın bir kesimi içinde kabul görmüştür.
Kabul etmek gerekir ki bir toplumun sosyal hayatını düzenleyen ve organizasyon şemasını kurmasında etkileyici olan, olaylara bakış açısını dini açıdan yorumlamasını kolaylaştıran, nasıl şekil vermesi gerektiği hususunda yönlendiren hatta koşullandıran itikadi mezhep görüşüdür. İslam tarihi incelendiğinde kurulan her İslam veya halkı Müslüman çoğunluğa sahip devletin kurumlarını şekillendirmede bu itikat imamlarından birinin görüşünün benimsendiği görülür.
Bu yönden tarihte ve günümüz İslam dünyasını yukarıda ifade edilecek şekilde birbirinden ayırabiliriz.
Eş’arilik üç amel mezhebinin ( Şafilik, Maliklik ve Hanbelilik) görüşlerine riayet ettiği bir itikat mezhebidir. Bu mezhep mensuplarının çoğunluğunu kurucusu olan İmam Ebu’l El-Hasan Eş’ari’nin mensubu da bulunduğu Araplar oluşturmaktadır. İmam Eş’ari Abbasi döneminde bugünkü Irak coğrafyasında yaşamış ve eserlerini vermiştir.
Matüridilik mezhebinin kurucusu İmam Ebu Mansur El- Matüridi ise Semarkant’lı olup aslen Türk’tür. Amel imamı olan ve kendi gibi Türk kökenli İmam Ebu Hanefi’nin görüşü, Hanefilik ise yine mensuplarının çoğunun aslen Türk kökenli olması ile bilinir.
İki itikadi mezhep arasındaki görüş farklılıkları araştırıldığında önemli ayrılıklar ortaya çıkar. Matüridilik ile Eş’arilik arasındaki fikir ayrılığının ana sebebi, batıda ki İslam Devleti Endülüs’de savunuculuğunu İbn-i Rüşd’ün yaptığı din de Aristocu akılcı – felsefi bakış açısının yer almasını talep eden görüş ile İmamı Eş’ari’nin görüşüne sıkı sıkıya bağlı olan ve Plâtoncu temele dayanan, felsefeyi din açısından zararlı gören ve nakilciliği savunan İmamı Gazali arasındaki fikir tartışmalarına dayanır.
Aynı dönem de İmamı Matüridi de Türkistan’dan bu fikir tartışmalarına katılmış İbn- i Rüşd’ün görüşleri ile aynı olan düşüncelerini ifade etmiş ve bu konuda eserler vermiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin de görüşlerini ve akılcılığını savunan İmamı Maturidi çok kısa bir zamanda bulunduğu coğrafyada tanınmış ve büyük bir ün yapmıştır. Görüşlerini paylaşmak için bugünkü Irak coğrafyasına gelmiş ve burada birçok fikir tartışmalarına katılmış düşüncelerini büyük bir kitleye kabul ettirmiştir. Bu açıdan İmamı Eş’arinin bazı görüşleri ile tezat düşmüş bunlara bilgisi dâhilinde farklı izahlar getirmiştir. İki görüşü de temelde birbirinden ayıran özellik birinin nakilci diğerinin ise akılcı olmasıdır.
Eş’ari ekolünün en kuvvetli savunucularından olan İmam Gazali, İbn-i Rüşd’ün kilere olduğu gibi İmamı Maturidi’nin de görüşlerine şiddetle karşı çıkıyor ve felsefeye dalmakla suçladığı Türk âlimleri Farabi ile İbn-i Sina’yı kâfirlikle itham ediyordu. Ona göre Allah’a akılla ulaşılamaz sadece bu tasavvuf yolu ile gerçekleşebilirdi. Oysa bu âlimler dünyanın insanlar tarafından okunması için yaratılmış bir kitap olduğunu, onu incelemekle ve araştırmakla birçok ibret alınabileceğini iddia ediyorlardı. Onun için de Kuran-ı Kerim’de sürekli olarak “ibret almaz mısınız” ifadesi geçmekte değil miydi? Her şeyi yaratan Allah olduğuna göre ne kadar araştırılırsa, incelenirse incelensin yine sonunda ortaya çıkacak olan varılacak son nokta yine yaratıcıyı ispat edecektir. Bu yüzden akli ilimlerden ve felsefeden endişeye gerek olmadığı gibi bu Allah’ın bir emri ve Peygamberimizin: “İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır” , “İlim Müslüman’ın kayıp malıdır onu nerede bulsa almalıdır” ve “İlim Çin’de bile olsa gidip onu alınız.” Hadislerine göre de uygundu.
Oysa İmamı Gazali bu hususta kendisine gösterilen hadislere farlı bir bakış açısı ile yaklaşmaktaydı. Söz gelimi kendisinin yazmış olduğu ve günümüz İslam dünyasının en tanınmış dini eserlerinden biri olan İhya-u Ulumid- Din adlı külliyatında “ İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır.” Hadisini, “Müslümanlara farz olan amel ilmidir” şeklinde yorumlar.
Peki, İmam-ı Gazali neden nakli yaklaşımı kabul etmiş ve İslam dünyasının büyük bir kesimini yüzyıllarca etkilemiştir?
Bunu tespit etmek için sosyolojik tespitlerde bulunmak gerekir. Gerçekten bunun sosyokültürel ve sosyopolitik temelleri vardır. Yerleşik toplumlar da sınıfsal yapı çok katmanlıdır ve sistemlidir. Böyle bir toplum sisteminde idareciler için mevcut sınıf sisteminin korunması, gerek kendileri için gerekse toplumun düzeni açısından kaçınılmaz görülmektedir. Bu sebeple yönetici kesim hukuki meşruluğunun devamını destekleyecek/ sağlayacak kurum ve sistemlere ihtiyaç duyar. Yönetimler sadece askere dayanarak ayakta kalamaz. Onu destekleyecek eğitim kurumlarına, ekonomik dayanaklara ve hatta dini bir meşruluğa ihtiyacı vardır. Dini meşruluğu arkasına alamayan hiçbir sistem ayakta kalamaz. Bir süre sonra bu meşruluk kaygısı yöneticilerin dini kimliğe bürünmesine veya dini kurumlara tavizler vererek yanlarına çekmesine neden olur. Dini kurumları içine alan bir sistemi eleştirmek, bir yerden sonra dini eleştirme kavramına götürür ki işte bu din devleti tanımlamasıdır.
İslam tarihinde dört halife döneminden sonra devlet reisliği seçimi Muaviye ile başlayan Emevilik dönemi ile sonlanmış oldu. Bundan sonra kurulan çoğu İslam devletlerinde saltanat babadan oğla geçti. Tabi ki böylesine bir yapıda vatandaşın ve büyük sınıf katmanlarının müdahalesi veya seçim hakkı gibi bir alternatif yoktu. Devlet reisleri kendi meşruluklarını ve saltanatlarının devamını ancak teokratik – dini yapıyı özümseyerek yapabilirlerdi. Öyle de oldu.
İslam dünyası bunu ilk olarak Emevi saltanatında gördü. İktidar dini ortamı sıkı denetliyor, muhalefeti tasfiye ediyordu. Muhalefet, iktidardakilere göre fitne içindeydi. Dini gücü bünyesine alarak hükmetme metodunu Emeviler, Doğu Roma – Bizans’tan almışlardı. Bizans imparatoru I. Basileios, yönetim erkinin tamamını eline geçirmiş kendine dini bir kimlik de yükleyerek kendini tasfiyeye yetkili bütün kurumları pasif konuma getirmiştir. Kilise yönetimini de kendisine tabi olmaya zorlayan imparator, dini sınıfın yönetimle bütünleşmesinden daha güçlü olarak çıkacaklarını düşünen din adamlarının da desteğiyle iktidarını pekiştirmiştir. İmparator I. Basileois’den sonra iktidara gelen imparatorlarda aynı unvana sahip olmanın getirdiği kolaylığı iktidarları boyunca doyasıya kullanmışlardır.
Aynı yönetim tarzını benimseyen Emevilerin devamı olan Abbasi iktidarı döneminde yaşamış olan İmam Eş’ari ve İmam Gazali bulundukları sistemin dini sınıfı kanatları altına alma ve kendilerine çekme politikasına karşı meyilli bir yaklaşım göstermişlerdir. İmam Eş’ari, devlet reisi seçim meselesinde Hülefa-i Raşidin (dört halife dönemi) dönemindeki seçim sistemini önermek yerine, babadan oğula geçen sistemi tercih etmiş en azından ses çıkarmadığı gibi aynı zamanda en kötü lider (Emir) lidersizlikten iyidir, prensibinin kabulü iktidarın yanlışlarını düzeltme yolunda yapılacak her eylemin o toplumu felakete götüreceği korkusu ile men edilmiştir. Yine Eş’arilik ekolu içinde sığdırılmış olan cüz’i iradenin de Allah tarafından yaratıldığı düşüncesi yönetilen toplumun yöneticilerinin almış olduğu her kararının arkasında Allah’ın bulunduğu gibi bir düşüncenin yerleşmesine sebep olmuştur. Mısır dışında o topraklar üzerinde köklü büyük bir medeniyet bir daha kurulamamıştır. Mısır istisnadır çünkü orada Fatımiler ve Memlükler devlet kurmuşlardır. Her iki devletin de kurucuları Türk ve yönetici kesim ile askeri kesimi Maturidiye görüşüne sahiplerdi.
Matüridiliğe gelince; gerek hocası İmamı Azam Ebu Hanefi gerekse itikat mezhebi kurucusu olarak ileride anılacak olan İmamı Maturidi’nin hayatları devamlı sıkıntılı ve iktidardaki yönetimler ile çatışmalı geçmiştir. İmamı Azam Ebu Hanife yaşamış olduğu bugünkü Irak coğrafyasını o dönemı yöneten Emevi ve Abbasi iktidarlarının almış olduğu yanlış kararlara karşı çıkmış hatta Emevi döneminde çıkan bazı ayaklanmalara destek vermiştir. Tabi ki bunu yaparken sağlam dini referanslardan destek almıştır. Bunlar Kuran-ı Kerim, hadisler, icma ve kıyastı. Abbasi iktidarı menfaatler ve baskı/tehdit ile uygulamaları aleyhine konuşmalarına engel olmayı başaramadıkları İmamı Azamı en sonunda şehit ederek susturdular. Hocasının amel ile ilgili nakli konulara akılcı yaklaşımından ve doğruları savunmada gösterdiği cesaretten dolayı kendine muhtemeldir ki örnek aldığı İmamı Maturidi onun ameli akılcılığını itikadi cepheye taşıyıp geliştirerek, mensubu bulunduğu Türk toplumunun gerçekçi ve sorgulayıcı ruhuna cevap verecek hale dönüştürdü.
Samanoğulları yönetimi altında yaşayan İmamı Matüridi’nin, örnek aldığı İmamı Azam gibi mevcut yönetim ile arasının iyi olmadığı, uygun görmediği hususlarda itirazını dile getirdiği ve resmi görev üstlenmediği bilinmektedir. İmamı Maturidi, dönemin yöneticileri tarafından kullanılan “şehinşah, yeryüzünün sultanı” gibi unvanlara karşı çıkmış ve yöneticilerin bu unvanlarla Cuma hutbelerinde zikredilmelerini eleştirmiştir. Bu açıdan kendisinin de hocası gibi çileli bir hayatı olmuştur. Bu akılcı görüş sahiplerinin iktidar için ne kadar haz edilmeyen hatta nefret edilen insanlar olduklarını gösteren en güzel kanıttır.
Oysa İmam Gazali bulundukları Abbasi yönetiminde hiçbir baskı görmediği gibi aksine iktidarca iltifat ve taltiflere layık görülmüştür. Bu yönden incelendiğinde İmamı Azam ve İmamı Maturidi’nin kararları sorguladığı, iktidarın uygulamalarını Allah’ın takdiri sonucunda gerçekleştiği tezini kabul etmeyip, karşı çıktıkları görülecektir.
Türkler neden Maturilik mezhebine, Eş’ariliğe nispeten daha çok rağbet göstermişlerdir?
Türkler Sibirya ve Türkistan steplerinde görülmeye başladıkları dönemden itibaren bulundukları yaşam şartlarının gerçekçiliği ile yüzleşmişlerdi. O nedenle de Türk sözlü kültüründe mucizevî veya doğaüstü olaylar görülmediği gibi daha çok kahramanlık destanlarına yer verilmiştir. Türklerin göçer olmasından dolayı birçok farklı dil, din ve kültür mensubu milletler ile karşılaşmaları, hayat tarzları, kültürleri ve inanışları hakkında bilgi sahibi olmaları gerçek hayatı algılamalarına sebep olmuştur.
İstanbul alınana kadar geçen bu süre zarfında İslam algısı sürekli batıya göçen ve Yasevi tarikatının yedi öğretisine sıkı sıkıya bağlı olan ( Allaha iman, bilime saygı, kadına saygı, riyasız ibadet, emeğe değer ve yaratılmışa sevgi ) Türkmen aşiretlerinin sürekli onlara katılımıyla daha çok Türk sosyokültürel ve dini algılarının doyasıya yaşandığı bir iklim olmuştur. Orhan beyden itibaren Fatih Sultan Mehmet’e kadar İslami algı serbestîsinin doyasıya yaşandığı görülmektedir.
İstanbul’un fethi ile Osmanlı coğrafyasının ortasında küçük bir toprak parçası üzerinde oturan Bizans, tarih sahnesinden silindi. Bizans aynı zamanda Doğu Roma’nın da devamı olduğundan bir imparatorluk kimliği vardı. Tabi ki bir imparatorluk ile devlet yapısı birbirinden farklıydı. Bu sebeple yeni bir yapılaşmaya, kurumlaşmaya gitmeye gerek vardı. Fatih Sultan Mehmet bu oluşum için kendine göre en ideal yönetim sistemi olarak Bizans teşkilat yapısını İslami değerler ile yapılandırarak gerçekleştirdi. Kuşkusuz devletten imparatorluğa geçiş sürecinin sancılı olduğu bir gerçektir. Fatih Sultan Mehmet, kuracağı imparatorluğun dini ve onun siyasi yansımasının nasıl olacağını belirlemek ve devamı için belli kanunlar ile kayıt altına almak zorundaydı.
Fatih dönemi incelendiğinde en güncel tartışma konusunun kelam konularını açıklamada veya yorumlamada akılcılığı öneren Maturidilik mezhebinin yaygın olarak yaşandığı ve o coğrafyada iktidar olan Timur İmparatorluğu yöneticileri tarafından takdir gören Türkistan kökenli alimler ve genellikle eğitimini Eş’ari ekolü üzerine almış Anadolulu Hanefi mezhebinden Türk alimler ile yine yakın Arap coğrafyasından gelmiş olan Arap kökenli alimlerin İmam Eş’ari ile onu şiddetle savunmuş olan İmamı Gazali yanlılarının görüşleri arasında yaşanmakta olduğu dönemin kaynaklarında görülmektedir.
Bu iki ekolun hararetli kelam tartışmalarında bir süre sonra ağırlık Hoca Muslihiddin Mustafa’nın da etkisiyle Eş’ari ekolüne bağlı olan ve tasavvufu öneren İmamı Gazali’nin görüşü ağırlık kazanmıştır. Bu süreçte medreselerde temeli Maturidilik’ten gelen akli ilimlerin okutulmasına son verildi. İlmen Osmanlı’dan daha ileri olan ve Fatih Sultan Mehmet’in talebi ile İstanbul’a gelmiş olan Timur İmparatorluğu âlimleri bu konuda uyarılarını sürekli olarak yaptılar fakat her hangi gelişme olmadı. II. Beyazıt döneminde bu alimlerin bir kısmı yine Türkistan’a döndüler, Ali Kuşçu gibi bir kısım âlim ise geldikleri coğrafya kadar Türk olan bu topraklarda kalmaya karar verdiler.
O dönem için de yetişmiş ve Maturidilik görüşüne hâkim son kuşak Kanuni zamanına kadar geldi. Fakat ilmi sahada bir daha medreselerde etkin olamadılar. Böylelikle Fatih dönemine kadar gelen ilmi çalışmalar ve yükseliş önce duraklamış, II. Beyazıt zamanında gerilemiş ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise sonlanmıştır. Osmanlı tarihi incelendiğinde Fatih Sultan Mehmet’ten sonra din üzerine verilen eserlerin dışında tıp, kimya, fizik, astronomi ve bunun gibi dallarda eser veren ilim adamı yok gibidir. Ne yazık ki bir daha 12. ve 13. yüzyıllarda olduğu kadar İslam dünyasında hiç bir ilim ortamı olmayacak, sadece dini ve sosyal konulu eserler verilecektir.
Buraya kadar bahsettiğim konular, mevcut tarihin yazdığıdır. Şimdi bütün tarihçilerin hayretle cevabını aradığı bir soru var. Nasıl oluyor da Fatih Sultan Mehmet gibi çok bilgili ve entelektüel biri sonunda olumlu sonuç vermeyeceği belli olan, kendi toplum yapısına ters bir oluşuma göz yumarak bir kırılmaya neden olmuştur?
Tabi ki Fatih ülkesi ve geleceği için böylesine önemli bir kararı bilim adamlarının tartışmasına bırakmayacak kadar akıllı bir insandı. Onun ileride böylesine bir karar alarak amelde İmamı Azamın görüşlerini kabul ederken itikadi mezhep seçiminde Eş’ari görüşüne yaklaşarak amorf bir oluşuma gitmesinin bir sebebi olmalıydı.
Bu sebep büyük ölçüde devlet reisliğinin seçim yoluyla tevdi edilmesini savunan Maturidiye mezhebinin özelliğinden kaynaklanıyordu.
Özellikle bu son husus, Fatih Sultan Mehmet için kurmayı düşündüğü ve Doğu Roma’dan Bizans’a geçen imparatorluğun Osmanlılarca sahiplenilmesi hususunda en tehlikeli kısmı içeriyordu. Kutsallığı olmayan veya arkasına alamayan bir iktidarın yüzlerce yıl sıhhatli bir şekilde devam etmesine imkân yoktu. Verilen ferdi kararların kusursuzluğu, kesinliği olduğu düşüncesi kabul edilemezdi ve onun içinde sorgulanmaya açıktı. Maturidilik, hem iktidar adayı seçiminde şartlar ileri sürüyor, hem de saltanatın hakkını veremeyenlerin hallini (işten el çektirilmesini) kolaylaştırıyordu. Dolayısıyla günümüz demokratik yaklaşımına daha yakındı.
Fatih Sultan Mehmet ise, Bizans’ta ki imparatorlar gibi devletin bekası, güç ve iktidar arzusu için dini kurumlarla desteklenen bir hükümdar olmayı istemiş olmalıdır.
Son olarak bu döneme kadar beyler ve padişahlar bir oğuz geleneği olarak haftanın bir günü bizzat ayak divanına katılarak gerek devlet sorunlarını gerek ise halkın şikâyetlerini dinler çözüm ararken, Fatih Sultan Mehmet ile bu da sonlanmıştır. Devlet yönetiminde rol alan Türk kökenliler hızla tasfiye edilmiş bunların yerine devşirmeler tercih edilmiştir.
Kendine özgü bir yapısı olan Fatih Sultan Mehmet, yine de sağlığında Eş’ari ekolünden beslenen tarikatların devleti kuşatmasına müsaade etmemiş, halkın dini bilgileri medreselerden edinmesini arzulamıştır. Fakat oğlu II. Beyazıt zamanından itibaren Eş’ari ekolünden tarikatlar devleti kuşatmış ve zaman içinde medreselerde pozitif bilimlerin yasaklanmasına kadar işi götürmüşlerdir. İslam dünyasında bilim ve teknolojik gelişmelerin durması bu zamandan itibaren başlamıştır.
Başta Osmanlılar olmak üzere tüm Türkler ve Hanefî-Maturidî eksenindeki dinî yorumu benimseyen diğer Müslümanlar, Sünnî İslam yorumunun iki büyük itikadî mezhebinden biri olan Maturidîliğin fikir babası ve ilk üstadı olan İmamı Maturidi’nin eserlerini gündeme getirip tartışmaya açamamışlardır. İmam Maturidi çağdaşı İmam Ebu Eş’ariye göre kelam ve akaid üzerine daha çok eser vermesine rağmen görüşleri, yorumları, özgür birey teolojisinin ne olması gerektiğini araştıran Cumhuriyetimizin başına kadar neden gündeme getirilmemiştir?
Bunun tek nedeni, yukarıda ifade edildiği gibi Maturidilik mezhebinin önerdiği ideal yönetim sisteminin Osmanlı ilim adamlarınca daha fazla tartışılmasının ve bunun sonucunda ortaya çıkacak itirazların alternatif yönetim talebine dönüşerek iktidarlarını sıkıntıya sokacağını düşünmüş olmalarıdır.
Aslında günümüzdeki İslam coğrafyası bu soruların cevaplarını verir gibidir.
Kaynaklar:
– Maturidilik ve Akaidi (El Bidaye Fi Usuli’d-Din) Nureddin Es-Sabuni
– İslam Akaidi Sisteminde Gelişmeler Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan
– Fatih Dönemi Düşünce Hayatına Genel bir Bakış Doç. Dr. Ahmet Kamil Cihan
– Maturidilik ile Eşariliğin Karşılaştırılması İsmail Hakkı Küpçü
– Büyük Türk Alimi Maturidi Dr. Ahmet Vehbi Ecer
– İhya-u Ulumid- Din İmamı Gazali
– Bizansın Altınları Michel Kaplan
– Mizan-ü Hak Fi İhtiyar- il Ehak Katip Çelebi
– Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler Rıza Zelyut
– Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler Ahmet Yaşar Ocak
– İslamın Sosyolojik Yorumu Prof. Dr. Yumni Sezen
İlk Yorumu Siz Yapın